2011 Yaz, İzmir.

Sabahın erken saatlerinde dalgaların huzur verici sesi eşliğinde telaşsız bir yürüyüşe çıkmıştı. Bir yanda esen rüzgar bir yanda ona eşlik eden martılarla beraber keyfine diyecek yoktu. Gün henüz aydınlanmaya başlamıştı, kuşlar ve ondan başka hiç kimse yoktu sahilde. Sahilden kasabaya doğru yürüyerek doğan güneşle beraber aydınlanan denizin keyfini sürdü, ileride fırından henüz çıkmış sıcacık simitleri satan Fehmi’yi gördü, son 15 gündür her sabah yaptığı gibi simidini aldı ayak üstü sohbet ettikten sonra yürümeye devam etti. Bu yaz ona iyi gelmişti, ne zamandır şöyle bir her şeyden uzaklaşıp tatile çıkmamıştı. Bu küçük kasabayı seçmesinin sebebi de oydu aslında, sadece uzaklaşmak. Son birkaç senede yaşadıkları onu ruhen çok yıpratmıştı ve artık yeni bir sayfa açmak için hazırdı. Güneşin iyice kendini göstermesiyle hava yavaş yavaş ısınmaya başlamış, geldiği yoldan dönüşe geçmişti bile. Dalgaların sesinin yarattığı ahengi çalan cep telefonu bozdu, telefonunu yanına aldığı için kendine kızdı, ama artık olan olmuştu. Telefonu eline aldığında arayan numarayı hemen tanıdı, bir an duraksadı, yüzü tuhaf bir hal aldı. Öylece durdu ve çalan telefona baktı. Telefonu tekrar cebine koydu, birkaç adım attı. Belki telefonun susmasını istedi, belki de hiç durmadan çalmasını, ne düşündüğünü itiraf edemedi kendine. Bu hiç beklemediği bir telefondu, hem numarasını nereden bulmuştu? O kısacık anda onlarca düşünce aklının içinde oradan oraya koşturuyordu, telefona cevap verecek cesareti var mıydı, ona bile emin değildi. İçinde telefonu açmak için bir heyecan duyduğunu kim görse yüzünden anlardı, aynı zamanda yüzünden düşen bin parçadan o anda yaşadığı mutsuzluğu ve hayal kırıklığını da rahatlıkla okuyabilirdi. Düşündü düşündü, telefonun her çalışı ona bir saat gibi geliyordu. Bu durum sonsuza dek sürmezdi, telefonu açtı ve konuşmadan bekledi.

2008 Sonbahar, İstanbul

Cahit’in günlerdir saklayamadığı sıkıntısı artık arkadaşlarının dikkatini çektiyse de ajanstan ayrılırken yine kimselere haber vermeden çabucak merdivenlerin başına gelmişti bile. Halbuki öğle yemeğinde arkadaşlarına Karaköy’de bir meyhaneye gideceklerine söz vermişti. Ama ne verdiği sözü tutacak enerjisi ne de dayanacak gücü vardı. Haftalardır içini kemiren şeye artık dayanamıyordu. Günler içinde büyüyen bu hise karşı koymakla geçiyor, gün içinde dayansa da akşam eve geldiğinde çöküp gece yarılarına kadar daktilosunun başından ayrılmıyordu. Yine o akşamlardan birinde havanın da güzel olmasından yararlanıp Taksim’deki iş yerinden Şişli

Perihan Sokak’taki evine yürümeye karar verdi. Aslında bu yolda yürümeyi hiç sevmezdi ama ne yoğun trafiği çekecek hali vardı ne de eve erken gitmek istiyordu. Öyle ki başlayan yağmura rağmen yürüme hızını değiştirmedi, ıslanmayı göze aldı ama eve erken gitmeyi değil. Sokağın başındaki bakkaldan iki paket sigara aldı. Tam bakkaldan çıkıyordu ki sokağın başında alt komşusu Aslı teyzeyi gördü. Bir an kaçabilir miyim acaba diye düşünse de çoktan Aslı teyzenin radarına girmişti. Hiç bitmeyecek gibi gelen sohbet neyse ki Aslı teyzenin acelesinin olması sebebiyle 15 dakika kadar sonra bitmişti. O çok konuşmamış genel olarak Aslı teyzenin anlattığı apartman dedikodularını dinlemekle yetinmişti. Alt kattaki üniversiteli kızlar yine eve erkek arkadaşlarını çağırmışlar, üst kattaki Hale hanımlar da yine eşiyle kavga etmişti. Bunlar yeni haberler sayılmazdı ama Aslı teyze yeni bir şey öğrenememişse eski olayları anlatmayı çok severdi. Birbirlerine iyi niyetlerini diledikten sonra Cahit evinin olduğu 24 numaraya gelmişti. Apartmanın içine girince onu karşılayan sessizlik çok hoşuna gitti. Halaskargazi Caddesi’nin gürültüsünden sonra bu dinginlik ona iyi gelmişti. Eve girmeyi beklemeden bir sigara yaktı ve merdivenleri ağır ağır çıktı. Kapıyı açtı, çantasını hemen kapının kenarına bıraktı, paltosunu astı. Salona şöyle bir göz gezdirdi, geçen geceden kalan sigara kokusu salonda oturmayı imkansız kale getirmişti. Annesinin ev ile ilgili öğütleri geldi aklına. Perdeleri çekti, penceleri ardına kadar açtı, bu arada çoktan ikinci sigarasını yakmıştı bile. Gözü buruşturulup atılan kağıtlara takıldı. Kiminde sigara söndürülmüş, kimisi yırtılmış kimisi ise karalanmıştı. Bu düzensiz salonda tek nizami şey anne yadigarı 1974 model Adler marka daktiloydu. Daktilo annesinin üniversite yıllarından kalmaydı, ajansa girmesini kutladıkları bir gece annesi tarafından hediye edilmişti. Bakımlarını hiç aksatmaz, yazılacak bir şey gözünde değerli değilse asla daktilosunu kullanmazdı. Bu akşam daktilosunu kullanmak için hazırdı. Kalkıp kendine bir kahve hazırladı, daktilosunu gözden geçirdi, sandalyesini düzelti, masa lambasını yaktı ve daktiloya bir kağıt yerleştirdi. Sigarasından derin bir nefes çekti ve zihnini boşalttı. Evde derin bir sessizlik hakimdi, sadece belli belirsiz bir nefes alış ve sigaranın yanan külünün sesi. O sessizliğin bozulması tam 45 dakika sürdü. Nihayet daktilo ile buluşan parmaklar ilk cümleye hayat vermişti.

“Belkıs, bu gece yorulana kadar yazmak istiyorum, takatim kalmayana dek. Nasıl başlayacağımı bilmiyorum, sadece yazmak istiyorum. İçimdekiler beni nereye götürürse oraya doğru, uzun bir yazı olacak belki ve vakit alacak okuması, ama bunu gerçekten istiyorum. Bunun doğru bir yol olup olmadığının da farkında değilim aslında. Ama her şeye rağmen yaptıklarımın sorumluluğunu almaya hazır olarak bu satırları yazıyorum, bunu bilmeni isterim.

Neden bu yolu seçtim, inan bilmiyorum, aslında konuşmak her şeyi daha kolay halledebilirdi haklısın, sanırım bu yol herkes için daha acısız olacak. Acaba ben korkak mıyım? Karşına çıkmaktan korktuğum için mi bunları yazıya döküyorum? Korkumun sebebi nedir?

Çok gerilere gidecek değilim. Hatırlıyor musun o gün gidişini? Hangi günden bahsettiğimi biliyorsun. Neredeyse benden kaçtığını bile düşünmüştüm biliyor musun? O gün, seni gördüğüm o gün, sanırım seni son kez gördüğüme emindim bile diyebilirim. Bir anda artık sen yoktun. Neden diye sormayacağım, herhangi bir çıkarımda da bulunmak istemiyorum, kendin için en doğru kararı verdiğine eminim. Sadece benim içimde yarattığı o kötü tadı geride bırakamıyorum. Kendimi suçlu gibi hissetmiştim biliyor musun? Utanılacak bir şey miydi bu yaptığım, bilmiyorum. Ama sen gitmiştin işte ve o yaz hayatımın en kötü yazıydı. Nedense o anlar zihnimden bir türlü gitmiyordu. İçimden atamıyordum olanları. Ben sana hayatımda sadece bir kez yalan söyledim biliyor musun? O yaz sonunda beni aradığında telefonu duymadığımı söyleyip seni geri aramıştım. İtiraf ediyorum şimdi, yalan söyledim. Ben senin aradığını görmüştüm. Sadece açmaya cesaret edemedim. Korktum çünkü, neden olduğunu bilemiyorum, korktum sadece. Daha sonra seni aradığımda korkarak nasılsın diye sorabilmiştim sadece. Sanki seni yıllardır tanıyor gibi değil de geçen hafta tanışmış gibi ürkek, çekinerek…

Bir anda kaçmak istemiştin belki, inan sana hak veriyorum. Ne olduğunu bilmiyordum, neden gitmiştin, hiçbirini bilmiyordum. Tek isteğim yanında olmaktı aslında, sana destek olabilmek, ama bunu da yapamadım. Ama bunu neden yapamadığımı biliyorsun değil mi? Sanırım ilk kez o yaz seni unutmam gerektiğini kabullenmeye çalışıyordum, ama ne yazık ki bunu hiç başaramadım. Sana olan hislerim hep bunun önüne geçti. Hep bir bahane bulmak istedim aramak için, ama yapamadım, korktum. Bunun acısını anlatmaya kalksam sanırım başaramam. Bu hissi ifade edemem. Telefon başında yaşadığım git gelleri, içimde yaşadığım pişmanlığı, zor zamanlarında yanında olamayışımı… Sanırım bunun için kendimi asla affedemeyeceğim.

O yaz sona erdiğinde ne yapacağımı bilmiyordum. Üniversite’den sonra Ankara’da kalmak için attığım taklalar geliyor aklıma, ah o belirsizlik dönemi, beni nasıl da tüketmişti. Ama Ankara’da kalmak için izni kopardığımda yaşadığım mutluluğu sen tarif etmiştin bana “Ne kadar rahatlamışsın böyle” diyerek hatırladın mı? Gerçekten öyleydim, benim için tarif edilemez bir mutluluktu. İşte o yazdan sonra artık sırası geldi diye düşünmüştüm. Ama yaşadığın aksilikler hep durdurdu beni. Bir yandan evet şimdi konuşmalıyım, hemen derken hayır konuşamam doğru zaman değil diye engelliyordum kendimi. Hali hazırda yaşadığın sorunlar varken bu

kadar bencil davranıp sana olan hislerimi açamazdım. Hayır kendimi düşünemem, hayır susmalısın, içine atmalısın, unutmaya çalışmalısın diye geçirdiğim yıllar var. Bana kalsa bu durum sonsuza dek sürebilirdi, ama bunu sana yapamazdım. Artık bir karar vermeliyim. Bir yanım eksik olarak yanında olmak mı? Yoksa hiç olmamak mı daha iyi? Bunu öğrenmenin bir yolu var mı?

Seninle konuşmayı o kadar çok istiyordum ki, bazen yanında yanlışlıkla ağzımdan kaçıracağım diye ödüm kopuyordu. İstanbul’a gittiğin günü hatırlıyor musun? Ankara Gar’ında seni yolcu etmeye yetişememiştim birkaç dakika ile. Acaba yetişsem neler derdim diye düşünüyorum. Diyebilir miydim acaba? Hiç çarptırmadan, ima etmeden, doğrudan söylemekten söz ediyorum. Ama diğer yandan yeni bir hayata başlamanın evresinde böyle bir şey ile seni sıkmaya hakkım var mıydı? Kendime burada senin gözünde bir değer atfettiğimin farkındayım, bu bencilce davranışım için beni bağışla, ama birazcık da olsa canını sıkabilirdi bu durum ve ben buna sebep olmayı ömrüm boyunca göze alamam. O yüzden yapamadım belki de bilerek geç kaldım kim bilir…

Sonra döndün, belki de korktuğun başına gelmişti. Senin yanında olmak istiyordum, bir sürü şey ekleyebilirim ama sadece yanında olmak. Ama dedim ya yapamadım, seni bunaltmaktan, her şeyin üzerine tuz biber olmaktan korktum. Anlatmak istedim sana hislerimi, ama yine iyi gitmeyen bir tecrübe yüzünden seni zor durumda bırakmak istemedim. Seni üzmekten, yaralamaktan korktum.

Yaprakların dökülmeye başladığı bir 2006 sonbaharında bana ne dediğini hatırlıyor musun Belkıs? O gece, 6 yılın ardından bana ilk defa kendi özel hayatınla ilgili bir şey paylaşmıştın. Yaşadığın pişmanlıklardan bahsetmiştin. Ağlamamak için zor dayandığım o anda tek isteğim sana sarılıp her şeyin geçeceğini, bu günleri geride bırakacağını söylemekti, ama yapamadım, dinlemekle yetindim. Belki sen de tavsiye almak için değil itiraf etmek için anlatıyordun bunları, tıpkı benim şimdi yaptığım gibi, bir cevap beklemeden…

Zaman zaman olumlu düşündüğüm zamanlar oldu, bunca yıl aradan sonra acaba bile dedim biliyor musun? İnsan bir süre sonra böyle hissedebiliyor sanırım. Normal bir davranışı bile saçma yorumlar ekleyerek büyütebiliyor. Ama inan kötü bir şey değil bu. Bana kalırsa dünyanın en masum ve temiz duygusu. Yaşadığım o küçük anlardaki mutluğumu sana anlatamam, bunun için hiçbir şey yapmadın, sadece orada olman yetmişti buna. Bunun için her zaman minnettar kalacağım.

Sonra tekrar yeni bir macera için İstanbul günlerin gelmişti. Bu sefer her şey yolundaydı, mutluydun, umutluydun. Belki benim için doğru zaman o andı işte. Her şeyin sonu, ne olacaksa olsun. Ama yine yapamadım, yorucu bir sürece hazırlanırken konsantrasyonunun bozulmasını göze alamadım, buna sebep olmak istemedim. Ajansa girmeyi o kadar istediğini biliyorken bunu sana yapamadım.

Sahi, ben neden İstanbul’a bu işe geldim biliyor musun? Ajansın ilanını bana iletip başvurmam için cesaretlendirdiğinde hissettiklerimi biliyor musun? Sana bahsettiğim o masum duygular var ya, içimi engelleyemediğim şekilde kapladı ve beni bir an olsun bırakmadı.

Hatırlıyor musun uzun yıllar önce 5 sene sonramıza mektup yazmıştık… Geçenlerde onuncu senesi doldu ve ben mektubu açtım. Ne yazmışım biliyor musun? Merak ediyor musun?

Olmuyor, yapamıyorum. Mektupta yazanları itiraf edemiyorum.

Peki bunları şimdi sana neden yazıyorum? Neden korkudan geri çekilmiyorum yine? Çünkü ben artık geri çekilmek istemiyorum, senin yanında olmak istiyorum Belkıs. Korkmuyorum artık düşüncelerimi söylemekten, dürüstçe ve son kez ama ilk kez bu kadar çık ve net. Yaptığımın sorumluluğunu da alarak, lafı dolaştırmadan. Değişen bu evet. Ben seni mutsuzken görmeye dayanamıyorum artık, yanında olmamaya dayanamıyorum. Sanki hiç yaşamıyormuşum gibi geliyor o anlar. Beni her geçen gün daha da yok ediyor.

Ben seni çok seviyorum Belkıs, hiç olmadığı kadar, her gün daha da katlanarak, daha da bağlanarak. Yıllar geçtikçe artarak. İnsanların unutmalısın demesinden sıkılarak, çünkü ben seni unutmak istemiyorum.

Artık öğrenmek istiyorum ne düşündüğünü… Hiçbir zaman beklenti içinde olmadım, bugün de değilim. Ama artık seni sevdiğimi inkar etmeyeceğim, duygularımı saklamayacağım. Gerçek bu, bunu bilmelisin. Yaptığımın sorumluğunu almaya hazırım. Dedim ya artık korkaklık yapmayacağım. Gerekirse gitmeye hazırım, ama bu duruma daha fazla dayanamayacağım.

Bu söylediklerim bir teklif değil, bir itiraf, birkaç değersiz duygunun dışa vurumu, beni küçük görebilir, dışlayabilirsin, çünkü ben arkadaşına aşık olacak kadar aşağılık bir insanım. Beni arkadaşın olarak gördüğünü bile bile sana olan hislerimi dizginleyemeyecek kadar zayıf karakterli bir insanım. Tüm bu olanların tüm suçlusu da benim. O yüzden yaptığımın sorumluluğunu alıp gideceğim.

Vedalaşmaları hiç sevmiyorum biliyor musun? Karmaşık duygular içindeyim, düşünsene küçücük bir an kalmış, o anın keyfini mi çıkaracaksın, çünkü bir daha görmemekten bahsediyorum. Yoksa söylemek istediğim son şeyleri mi söyleyeceksin. Nereden bakarsan bak çok zor gerçekten.

Hiçbir şey söylemezsen anlarım, söylemek zorunda değilsin. Ben yaptığımın sorumluluğunu, neyi gerektirdiğini biliyorum. Hep mutlu ol ve iyi insanlarla karşılaş.

Sevgi ve selamlarımla,

Cahit.”

Cahit için asıl zor olan ise bundan sonraydı, veda mektubunu yazmıştı ama onu Belkıs’a nasıl verecekti? Günler günleri kovaladı, Cahit hiçbir şey yapamadı. Mutsuzluğu giderek arttı. Nihayet bir gün mektubun üzerine Belkıs’a yazarak onun masasına bırakmaya cesaret etti. Mektubu bıraktıktan sonra içinde bir rahatlama olmuştu ama içindeki sıkıntı geçmiyordu nedense. Uzaktan Belkıs’ın mektubu görmesini ve okumasını seyretti. Belkıs dirayetli bir kadındı, duygularını pek nadir belli ederdi. Sessizce mektubu okudu, bitirdikten sonra özenle katlayarak çantasına koydu. Cahit bu anı göremedi, o çoktan ajansın merdivenlerini inmiş, kendini İstanbul’un kabalağına teslim etmişti.

2011 Yaz, İzmir

“Merhaba Cahit” dedi telefonun ardındaki ses. “Telefon numaranı değiştirmişsin, Selin’den aldım numaranı.” diye ekledi. Bir duraksamanın ardından “Evet, değiştirmiştim” diyebildi Cahit. Arayan numara tanıdıktı, geçen zamana rağmen hala hafızasındaydı Belkıs’ın telefon numarası. Belkıs “Nasılsın” diye sorunca oldukça küçük bir çocuğun ürkeliğiyle “İyiyim” diyebildi Cahit.

“Seninle görüşmek istiyorum, eğer müsaitsen. Ankara’dayım ben, sen neredesin?” “Görüşmek mi?” “Evet konuşmak istediklerim var seninle.”

Cahit konuşmakta zorluk çekiyordu, düşüncelerini toplamakta zorlanıyordu. Neden görüşmek istediğini soramadı. Tam 3 senenin ardından ilk kez onun sesini duymuştu. Ne hissedeceğini bilmiyordu bile.

“Ben de önümüzdeki hafta Ankara’ya gelmeyi planlıyordum, gelince telefon açarım o halde.” diyebildi kısık bir sesle. Ankara’da görüşmek üzere sözleşmişlerdi ama ne yapacağını bilmiyordu. Telefonda konuşamadığı bir kişiyle yüz yüze nasıl konuşacaktı ki? Zaten buna telefon konuşması da denemezdi, çoğunlukla suskunluk ve sonrası gelen cümle denemeyecek birkaç kelimeden ibaretti tüm konuşma.

Az önce rahatlamasını sağlayan o güzel dalgaların sesi şimdi onu rahatsız etmeye başlamıştı. Hem Ankara’ya gitmek de nereden çıkmıştı? Ne yani telefonda yalan mı söylemişti Belkıs’a? Ne yapacağını bilemiyordu. Ne konuşacaklardı? Bunca yıldan sonra neden aramıştı? En iyisi gitmek diyordu içinden, sonra tekrar fikrini değiştiriyordu. Selin’e söylendi, numarasını neden vermişti ki? Ama yıllardır içinde söndürmeye çalıştırdığı o sızının tekrar canlandığını hissetti. Zaten hiç gitmemişti ki…

Karar vermişti, gidecekti. Otele dönerek eşyalarını topladı. Erken ayrılacağı için söylenenecek otel görevlisini dinlemek istemediği için ücretin tamamını ödedi ve doğruca Basmane Garı’nın yolunu tuttu. Bir yandan gidip gitmemekle kararsızdı diğer yandan telefon ile konuştuktan sadece birkaç saat sonra Ankara’ya gitmek için hazırdı bile. Gara vardığında tren saatlerini kontrol etti. Ankara Treni gecikmeliydi. Biraz acele ederse yakalayabilirdi.

Gişeye yaklaşıp, “Gecikmeli Ankara trenine bir bilet lütfen.” dedi. Görevlinin kompartıman ile ilgili sorularını önemli değil diye cevapladı. Bileti alır almaz para üstünü beklemeden perona doğru koştu. Ankara treni 6 numaralı perondan kalkıyordu. Uzaktan duyulan görevlinin düdüğü trenin hareket etmek üzere olduğunun habercisiydi. Biraz daha hızlandı, kalabalığa çarpa çarpa, özür dileye dileye ilerledi. Tren rayların üzerinde henüz hareket etmeye başlamıştı ki trende görevli kondüktörün elini uzatmasıyla son bir gayretle trene atıverdi kendini. Evet gecikmeli Ankara trenini yakalamıştı. Trene bindiğinde Cahit’i bir gülme tuttu. Daha birkaç saat önce sakin bir kasabada güzel İzmir’i yaşıyordu, şimdi ise Ankara’ya, anılarına giden bir yolculuğa çıkmıştı. Ankara’ya gitmeyeli tam 5 sene olmuştu. İçinde anlam veremediği bir mutluluk vardı. Bu heyecanın sebebi Ankara’yı tekrar görmek miydi yoksa yaptığı telefon görüşmesi miydi? Trene yanlış kompartımandan bindiği için yerini bulması biraz zaman aldı. Tren İzmir’e el sallarken o da koltuğuna oturmuş Ankara’da yaşadığı yılları düşünüyordu. Gözleri kapanırken yüzünde olan gülümsenin sebebi şüphesiz bu anılardı…

2008 Sonbahar, İstanbul

Cahit tam bir haftadır işe gitmiyor, iş yerinden ve arkadaşlarından gelen telefonları açmıyordu. Onun beklediği tek bir telefondu, o da gelmiyordu. Beklediği telefon sonbaharın yakında geride kalacağını hatırlatan soğuk bir akşamda geldi. Belkıs’ın sesini hiç böyle duymamıştı. Donuk ve duygusuz bir sesle konuşuyordu. Sanırım onun kafasına kazınan bu ses tonunu daha önce hiç duymamıştı, muhtemelen bir daha da duymacaktı ama aslında o sesin yıllarca kafasının içinde dönüp duracağını biliyordu.

“Bu meseleyi hallettiğimizi sanıyordum. Cahit, biz, sanırım, bir daha görüşmemeliyiz, Ben senin kız arkadaşın değilim. Bana bunları söylememeliydin. Birbirimizin hayatından çıkmalıyız.”

“Hayır, seni rahatsız etmek aklıma gelecek en son şey bile olamaz. Sana rahatsızlık verebileceğim düşüncesi bile içimi ürpertiyor. Böyle konuşma lütfen, üzülüyorum.”

“Belki de artık arkadaş olmamalıyız, bu sana iyi gelmiyor. Evet, en iyisi bu. Ben seni tamamen çıkarıyorum hayatımdan.”

Telefon kapandığında neredeyse 30 dakika boyunca konuştuklarını farketti ancak Cahit konuşulanları düşündüğünde neredeyse hiçbirini hatırlamayacak durumda olduğunu fark etti. Bir merhabadaki soğukluk sağlamıştı bunu, zaten o soğukluktan sonra ne konuşulduğunun pek önemi yoktu. Aslında sonucun bu olacağını aşağı yukarı tahmin etmek mümkündü. Ancak yine de bu kadar hızlı ve acımasız olacağını düşünmemişti. Kendini iyice kötü hissetmeye başlamıştı, fakat yapacak bir şeyi de yoktu. Herkes son sözünü söylemişti. Ama Cahit ne söylediğinden bile emin değildi. Tek hatırladığı karşı tarafa ulaşıp ulaşmadığına emin olamadığı bir temenniydi;

“Hep mutlu ol Belkıs, iyi insanlarla karşılaş…”

2011 Yaz, Ankara

Tren günün ilk ışıklarıyla beraber Ankara Garı’na girerken açtı gözlerini, yolculuk boyu düşünmekten yorgun düştüğü için çoğunlukla uyumayı tercih etmişti. Gardan çıktıktan sonra şöyle bir baktı 5 senedir gelmediği… Gözlerinde yaşadığı özlemi görmek mümkündü. Bu saatte nereye gitmesi gerektiğini biliyordu. Bir taksi durdurdu ve şöföre Bahçelievler Bulka Pastanesi’ne gitmesini söyledi. Pastaneden içeri girdiğinde fırından sıcacık börek ve poğaçaların kokusu yükseliyordu. Her şey hatırladığı gibiydi. Bir porsiyon su böreğini afiyetle yediği gibi kendini sokağa attı. Bulka Pastanesi hatırladığı gibiydi ama Bahçelievler’de zaman geçirdiği birçok yer artık yoktu. Pastaneden çıkıp eve doğru yürürken her bir adımda bir anı canlanıyordu gözünde. Arkadaşlarıyla yemek yeme yarışmaları yaptıkları pizzacı yoktu mesela, kış günleri şöminesinde ısındıkları kafe de kapanmıştı.

Ankara’daki evin anahtarı yanında değildi ama alt komşuları Fatma Hanım’da daima yedek bir anahtar bulunurdu. 5 sene önce İstanbul’a taşınırken evi boşaltıp kiraya vermeyi düşünmüş olsalar da Cahit buna karşı çıkmış ve öğrencilik yıllarının geçtiği evi kurtarmıştı. O günden sonra Ankara’ya hiç gelmemişti. Abisi birkaç kez kalmak için gelmiş, bu süreçte bir de hırsızlık vakası atlatmışlardı. Kim boş bir öğrenci evinden bir şeyler çalmayı planlardı ki? İşte bu olaydan sonra bir anahtar da Cahit’in annesi tarafından Fatma Hanım’a teslim edilmişti. İşte o anahtarı sormak için Fatma Hanımların 7 numaralı dairesinin kapısını çalmıştı Cahit. Fatma Hanım Cahit’i birden karşısında görünce heyecanlanmıştı, oğlum bunca zamandır nerelerdesin sen, özlettin kendini diyerek Cahit’in boynuna sarıldı. Cahit buna şaşırmıştı, çünkü Fatma Hanım apartmanda öğrencilere kül yutturan ketumluğuyla nam salmıştı. Kısa bir sohbet ardından Cahit anahtarı alarak eve girdi. Her şey tıpkı bıraktığı gibi duruyordu. Ders kitapları hala raftaydılar. Dolabı, mutfağı… Cahit’in annesi titiz bir kadın olduğu için Fatma Hanım aracılığıyla kalmaya giden olur diye ayda 1 kez evi temizlettiriyordu. Bu sayede ev neredeyse kendi öğrencilik zamanından daha düzenli ve temiz gözüküyordu. Hemen arka balkona koştu. Anıtkabir manzarası yapılan yeni binalar yüzünden bozulmuştu. Bu duruma çok sinir oldu. Ama yaşadığı özlem dolu anlar arasında çok üzerinde durmadı. Hemen üzerini değiştirip dışarı çıkmak istiyordu. Ankara ile olan arayı kapatmak niyetindeydi bugün. Sahi Belkıs’ı ne zaman arayacaktı? Bugün aramayacağı kesindi.

Gün boyu Bahçelievler, Ulus, Kızılay ve Kavaklıdere’de dolaştı, eski günleri anarak, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle. Ankara Simidi’nin o yanık kokusu en çok özlediği şeylerin başında geliyordu. Yıllardır televizyonlarda kanser yaptığı anlatıla dursun, Ankara Simidi tüm

ihtişamıyla hala ayaktaydı! Geldiğini hiçbir arkadaşına söylememiş, sadece geçmişin muhasebesini yapmak niyetindeydi. Ama kim bilir belki de ileride Ankara’ya sık sık gelirdi.

Sonraki gün Belkıs’ı aradı. Belkıs sizin evin orada oturduğumuz bir kafe vardı, orada oturalım mı diye sorunca kabul etti. Bir saat içinde buluşacaklardı. İşin aslı ne hissettiğini bilmiyordu. Mutlu muydu? Mutsuz muydu? Onu bile bilmiyordu. Gerçekten Belkıs ile ne konuşacağını bilmiyordu. Velev ki Belkıs ona sevdiğini söylese cevabı ne olurdu? İçinde hala taze olan sızı ne yapacağı konusunda belirsizliğe itiyordu Cahit’i… Gerçekten büyük bir kararsızlık içindeydi, ama bildiği tek şey vardı, sadece onun anlatmak istediklerini dinlemek istiyordu. Sonuçta onu arayan oydu, Cahit istese konuşmaya da bilirdi…

Biraz erken anlaştıkları kafeye gitti ve beklemeye başladı. Sık sık saate bakıyor, buluşma saati yaklaştıkça terliyor, içine bir sıkılma geliyordu. Tam üç senenin ardından o an geldi. Belkıs’ı gördü uzaktan. Üç sene kimilerine göre kısa, kimilerine göre de çok uzun bir süre sayılabilir. Cahit için de her ikisiydi. Neredeyse hiç değişmemişti, saçının rengi birazcık değişmiş diyebilirdi. Elleri hala narin ve inceydi. Cahit’i görünce gülümsedi. İşte o an Cahit anladı aslında hiçbir şeyi unutamadığını, hiçbir şeyi geride bırakamadığını, sadece bir gülümsemeydi, bunu sağlayan, bir tek gülümseme. Oturdular.

“Ee nasılsın Cahit.”

Cahit içinde bunları yaşıyordu ama dışarıdan belli etmemeye çalışıyordu. Kalbiyle mantığı arasında bir savaş çıkmıştı belli ki. Ama yaralı kalbi her ne kadar bu savaşın galibiymiş gibi gözükse de mantığı da ağır basıyordu. Cahit pek konuşmadı, dinlemekle yetindi. “Ben seni dinlemeye geldim Belkıs” diye söze girdi. “ve seni dinliyorum, evet bugün neden buradayız?”

Cahit pek az konuştu, sadece dinledi, kimi zaman hayranlıkla, kimi zaman pişmanlık ve üzüntü içinde.

“Haberlerini hep Selin’den alıyordum Cahit.” “İyi olduğunu söylüyordu, bazen o da emin olamıyordu.”

“İyi mi?” “Haberleri mi almak mı?” “Ne yani 3 yıldır boyunca benim hayatımda neler olduğunu biliyordun öyle mi?”

“Evet.”

“Biliyor musun Belkıs, inan çok sormak istedim Selin’e, nasıl, iyi mi diye merak ettim, ama bir kez olsun sormadım sadece ona değil kimseye, soramadım Belkıs nasıl olduğunu, bana ne dediğini hatırlıyor musun?”

“Evet biliyorum, bununla ilgili konuşmak istiyorum. Tabure dergisinde çıkan tefrikanı okudum geçen hafta, o yüzden seninle irtibata geçmek istedim. Sen sevmişsin gerçekten birini, neden onun için çaba sarf etmedin Cahit?”

“Tefrika mı? Yapma Belkıs, onlar bir hikayeden ibaret, hiçbir gerçekliği yok.” “Ama çok gerçekçiydi, biz, okul, her şey yerine oturuyordu.”

“Ne yani, seni sevdiğim için başkasıyla mutlu olma şansını kaçırdığımı düşündüğün için mi beni aradın Belkıs?”

“İşin aslı, sana haksızlık yaptığımı anladım, hatamı kabul ediyorum, özrümü kabul etmek zorunda değilsin, ama özür dilerim, beni affetmeni diliyorum.

“3 yıl Belkıs, 3 yıl sonra mı anladın bunları, sence biraz geç değil mi?”

“Seni kaybetmek istemiyorum Cahit, arkadaş olalım istiyorum.”

“Ne söyleyeceğimi bilemiyorum Belkıs, bugün burada beni sevdiğini söylesen dahi ne söyleyeceğimi bilemiyordum buraya gelirken, inan hala bilemiyorum. Sanki her şeyi yeni baştan yaşayacakmışım gibi hissediyorum.

“Bazen ne istiyorum biliyor musun Belkıs, keşke yıllar önceye dönüp tekrar acı çeken o üniversiteli çocuk olsam, o masum duyguları yaşasam. Ama yıllar benden o kadar çok götürdü ki, giderek hissizleştim.”

“Gerçeği ister misin? Her tanıdığım insanda sana daha da bağlandım, seni daha çok sevdim. Sen o kadar farklıydın ki. Şimdi kalkmış bana arkadaş kalalım, seni kaybetmek istemiyorum diyorsun, söyle bana Belkıs, ben sana ne cevap vereyim, o kadar yorgunum ki…”

“Biliyorum, bir şey söyleme, sadece sana yaptığım büyük bir haksızlıktı, bunu bilmeni istedim. Beni affedersen tekrar arkadaş olabiliriz belki, ben seni çok özledim Cahit.”

“Özledin mi? Sen yıllardır senden haber alamamanın nasıl bir his olduğunu bilir misin Belkıs? Üstelik sen benim haberim olmadan benden haber alarak, Tabure’deki yazılardan bahsediyorsun, Hem onu nereden biliyorsun ki? Sen sanırım yıllardır beni mi takip ediyorsun? Amacın neydi, ne kadar üzüldüğümü görmek mi? Vicdan azabı mı bu? Eğer öyleyse yapma, ortada affedilecek bir şey yok. Ben sana o zaman da söylemiştim, yaptığım şeyin sorumluluğunu almaya hazırım diye, şimdi de yineliyorum.”

Cahit belli etmese de Belkıs’ı gerçekten çok özlemişti. Kızacak gibi oluyordu ama içinden gelmiyordu, onu tekrar görmek bir yandan acısını tazelerken, bir yandan da onu hayata bağlıyor gibiydi.

“Biliyor musun Belkıs, gerçekten bir gün beni sevebileceğini düşündüm. Yani o yaşadığın zor dönemi atlatınca, gerçekten birini sevebileceğin an geldiğinde o kişinin ben olacağını hayal ettim yıllarca. Bıkmadan, usanmadan sevgim hep baki kaldı. Dediğinde haklısın belki mutlu olabileceğim insanlarla tanışma fırsatını da kaçırdım ama bunlar hiçbir zaman önemli olmadı benim için. Sadece sana olan sevgimdi önemli olan.”

“Ama düşünmeden edemiyorum Belkıs, sormam gerekiyor, beni anla lütfen. Gerçekten beni neden hiç sevmedin, hiç mi sevmedin?”

“Cahit, geçtiğimiz bir senede hayatıma iki kişi girdi, ama onların benim için hiçbir önemi yok şu an, yanlış kişilerdi ve şu an hayatımda değiller. Onları kolayca hayatımdan çıkardım ve bunun geri dönüşü yok. Eğer seninle sevgili olup anlaşamayıp ayrılsak seni de hayatımdan çıkarmam gerekirdi, ama sen bu riski alamayacak kadar değerlisin benim için, anlıyor musun? Biliyorum Cahit, kimse beni senin sevdiğin kadar sevmedi, belki de asla sevmeyecek. Ama seni kaybetme riskini alamadım, arkadaşım olan Cahit’i kaybetme riskini…”

Bu sözler dökülürken Cahit’in içinden parçalar bir bir kopuyor, kimisi de yok oluyordu. İşte Cahit ilk defa o zaman tercih edilmeyen kişi olmanın gerçekliğiyle karşılaşmıştı. Bu acı gerçekle yıllar sonra da olsa yüzleşmişti. Hep umduğu şey Belkıs’ın bir gün birini seveceği zaman onu sevmesiydi. Ama o iki kişiyi çoktan Cahit’e tercih etmişti bile. Bu sevgi itirafından sonra sesi kısıldı, bir şey diyemedi bu söylenenlere. Ama bir yandan Cahit’in yapabileceği her şeyi yaptığının kanıtıydı bu sözler. Onu tüm benliğiyle sevmişti… Neredeyse ağlayacaktı ama durumu toparlamaya çalıştı. Neler yaptın bu sürede diye sormamayı bile dilerdi ama artık çok geçti. Diğer yandan herkesin açık konuşması bir anlamda da rahattı, biraz sıkılarak söylese de

ilk defa Belkıs’ın gözlerine bakarak onu sevdiğini söylemişti. Ama bunun bir anlamı artık yoktu.

O andan sonra konuştuklarının pek önemi yoktu, çoğu bir kulağından girip diğerinden çıkıyordu. Soru aralıkları uzayıp sessizlik artınca artık konuşmanın sonuna doğru yaklaştıklarını fark etti. Bundan sonra ne olacaktı? Arkadaş mı kalacaklardı, yoksa tekrar görüşmemeye devam mı edeceklerdi, bilemedi. Zaman, kim bilir en iyi ilaçtı, değil mi? Cahit’in kendine itiraf edemediği tek şey vardı içinde ona karşı beslediği duygular hala sıcaktı… Geldikleri gibi ayrıldılar birbirini çok iyi tanıyan iki yabancı, sonları ne olacağı belli olmayan…

2012 Kış, Ankara

Bu birkaç ay pek iyi geçtiği söylenemezdi. Birkaç kez mesajlaştılar, birkaç kez telefonda konuştular. Cahit iş için gittiği Ankara’da Belkıs ile buluşmak için tekrar sözleşmişti. Yıllar sonra içinde filizlenen bu ikileme gerçekten bir son vermeliydi. Belkıs gerçekten Cahit’ten ne istiyordu? Hem onu sevmiyor, hem de gitmesine izin vermiyordu. Belkıs buluşmaya bir arkadaşını da davet ettiği için konuşmak için pek fırsat bulamadılar. Nihayet Belkıs’ın arkadaşı gittiğinde Cahit’in treninin kalkmasına sadece birkaç saat vardı. Garın önünde bir banka oturdular.

“İyi değilim Belkıs, böyle yapamıyorum, anlamadığım şeyler var. Arkadaş kalalım istiyorsun, anlıyorum ama nasıl olacak? Söyler misin bana nasıl arkadaş olacağız? Ben aynı şeyleri tekrar tekrar yaşamak istemiyorum. Gerçekten benden ne istiyorsun? Beni sev diye hiç zorladım mı seni? Bir kez olsun rahatsızlık verdim mi sana? Zaten sana veda eden bendim, ama senin 4 sene önce o telefon görüşmesinden sonra yaptığın ilk yaptığın şey daha soluklanmadan beni hayatından tamamen çıkarmak oldu, bunlar umursadığım şeyler değildi, ama gerçekten ben sana hiç rahatsızlık verdim mi? Beni nasıl bir duruma soktuğunu düşündün mü hiç? Aylarca seni rahatsız etmişim gibi hissetmeme yol açtın, benim için ne kadar zor günlerdi haberin var mı?

“Selin’e benim nasıl olduğumu soruyormuşsun sık sık, ben sana söyleyeyim Belkıs, berbattım, hayatımın en kötü 3 yılını geçirdim. İnsanlardan kaçtım, kabuğuma çekildim. Yeni insanlarla tanışmaktan korktum, tanıdıklarımdan da uzaklaştım. Biliyor musun ben Ankara’ya neden hiç gelmedim. Sırf seni bana hatırlatıyor diye… Ben İstanbul’a hiç bilmediğim bir hayata sadece sana yakın olabilmek için geldim, bunu hiç düşündün mü? Ben İstanbul’a neden geldim? Bir

anda Ankara’daki akademik hayatıma son vererek, hiç düşündün mü neden? Ah Belkıs, bir insanın seni sevdiğini biliyorsan onu İstanbul’da bir iş var diye çağıramazsın, o bunu artık zamanı geldi, o da beni sevecek diye anlamlandırır, bunu nasıl yaparsın? Hiç mi düşünmedin beni? Beni arkadaş olarak da mı sevmedin hiç, böyle bir şeyi nasıl yaparsın? Söyle bana ben seni sevmekten başka ne yaptım, lütfen bana bunu söyle? Hiç kırdım mı seni, hiç üzdüm mü? Hep geri planda kaldım, sırf farklı manalar yükleme diye… Bilmiyorum Belkıs, ne diyeceğimi bilmiyorum.”

“Biliyor musun Selin’e senin nasıl olduğunu kaç kere sormak istedim, hatta bir defasında konuşalım mı bir ara diye cesaret bile ettim, ama sonra devamını getirmedim. Ah Belkıs, bunun ne kadar bencilce olduğunu düşünmedin mi hiç? Düşünsene bir tarafta 3 yıldır düzenli olarak nasıl olduğumu biliyor ve beni çeşitli yollarla takip ediyormuşsun, söylesene neden değişen telefonumu aldın? Küçücük bir dergide yazdığım nerden öğrendin? Neden takip ettin, hani birbirimizle bağımız kalmayacaktı? Ben o süreçte senden hiçbir haber alamadım, deliler gibi merak ettim. Ama yapamadım, yapmadım hayır. Çünkü seni rahatsız edebileceğim fikrini içimden atamadım. Bu hayatımda yapabileceğim en son şeydi. Ama sen yaptın Belkıs, benim neler yaşadığımı bilmeden, benim düşüncesinin aklımdan geçmesinden bile ürperdiğim şeyi yaptın… Bu çok bencilce bir hareket değil mi Belkıs? Gerçekten bu yaptığına ne demeli? Sen kötü bir insan mısın Belkıs, söyle bana, bu yaptıklarının sebebi nedir? Beni kaybetmekten korktuğun için sevmediğini söyledin, peki eğer başarırsak ne kadar mutlu olabileceğimizi düşündün mü hiç? Bunca senenin ardından bir an olsun denemeye değmez miydi be Belkıs, şimdi ne olacağız? Daha mi iyi olduk böyle? Ne olduğumuzu söyleyeyim, hiçbir şey, biz birbirimizin hiçbir şeyiyiz. Birbirini çok iyi tanıyan iki yabancıyız artık. Belkıs, bunu bize sen yaptın. Sevgiye asla şans vermedin ve bunu arkadaşlığın arkasına gizledin, sen beni hiç sevmedin ama gitmeme de izin vermedin… Bunu bana yapmış olamazsın hayır. Şimdi geride yıllar süren bir pişmanlık bırakmak üzeresin. Buna inanamıyorum, hayır sen bu olamazsın…”

Banktaki sessizliği Cahit’in sigarasını yakma sesi bozdu. Elbette Cahit içinden geçirdiği bu düşüncelerin hiçbirini Belkıs’a söylemedi, söyleyemedi belki de. Çünkü onu kırmayı ve üzmeyi göze alacak kadar cesur değildi. Yıllardan beri değişmeyen tek şey sanırım buydu. Cahit, Belkıs’ı asla kırmazdı. Bugün de bir şey değişmeyecekti. Ama içinden atamadığı bir his vardı. Sonuna geldiklerini biliyordu ama Belkıs Cahit’in gitmesine neden izin vermemişti? Cahit bu durumu yıllardır sevdiği Belkıs’a konduramıyordu. Çünkü Belkıs bilerek Cahit’i üzmezdi, kırılmasını istemezdi.

“İstemezsin değil mi Belkıs?” “Neyi anlamadım?”

Sustu Cahit, bir şey söylemedi. Trenin saati yaklaşıyordu. Gitmeden önce sadece bir şeyi bilmek istiyordu. Belkıs’a döndü:

“Arkadaş kalmamızı istiyorsun Belkıs, o zaman sana son bir şey sormak istiyorum. Tamam tüm olanları unuttuk ve arkadaş olduk. Birkaç yıl içinde evlenirsen, beni nikahına davet edecek misin?”

“Hayır bunu tabii ki yapamam Cahit, biliyorsun, yapamam”
“O zaman biz neyi tartışıyoruz Belkıs, sence biz arkadaş olabilir miyiz?”

Belkıs cevap veremedi, Cahit konuyu üstelemedi, sigarasından derin bir nefes çekip ayağa kalktı, saatine baktı.

“Trenin saati yaklaştı, gitsem iyi olacak.” “Gidiyorsun demek.”
“Hep mutlu ol Belkıs ve iyi insanlarla karşılaş.”

Sakin adımlarla Ankara Gar’ının merdivenlerini çıktı. Anadolu Ekspresi’ne yetişmek için sadece birkaç dakikası vardı. Ama İzmir’de yaptığı gibi treni yakalamak için koşturmadı, son derece yavaş adımlarla yürümeye devam etti. Öyle ki insanlar trenlerine yetişmek için etrafta koşuştururken o sanki gitmek istemiyor gibiydi. Yoksa treni kaçırıp Ankara’da kalmak mı istiyordu, belki de içinde son bir umut taşıyordu, Belkıs’ın arkasından gelip onu durduracağını bile hayal etti. Tren görevlileri son yolcuları trene çağırmak için düdüklerini çalmaya başlamıştı. Hala onu alıkoyan bir şeyler vardı. Trene binmeden valizlerini yere bırakarak arkasını döndü, garın kapısına doğru birkaç saniyelik bir bakış attı. Ancak hayali gerçek olmadı. Bu son bakış bir hoşçakaldı aslında, geçmişine, anılarına, Ankara’ya ve en önemlisi Belkıs’a… Valizlerini aldı ve kondüktörün yardımıyla trene bindi. Bu ilk adım İzmir’de attığı adıma hiç benzemiyordu, o zamanki mutluluktan eser yoktu, o anki gülümseme yerini mutsuzluğa bırakmıştı. Birkaç saniye içinde tren, rayların üzerinde yavaşça hareket etmeye başladı. Tren yavaşça gardan uzaklaşırken garın dışında bir bankta tek başına oturan genç bir kızın gözlerinden bir damla yaş yere düştü.

2013 Bahar, İstanbul

Bu sabah keyfi gerçekten yerindeydi. Erken kalkmış, acele etmeden hazırlanmış ve kendini Moda sokaklarına atmıştı. Kadıköy’deki 3. senesiydi ama her gün farklı bir yanını keşfetmenin mutluluğunu yaşıyordu bu şirin semtin. Pasifik Pastanesi’nde güzel bir kahvaltı yaptı. Kahvesini alıp sahile doğru yürümeye başladı. Telefonundan bir mesaj bildirim sesi geldi. Bugün telefonu neden evde bırakmadım ki diye düşünerek kendine kızdı, elini telefona attı ve mesajı gördü:

“Bugün 10 Mart Cahit, iyi ki doğdun.”

Kısa bir duraklamanın ardından yürüyüşe devam etti. Trafik ışıklarında bekleyen bebek arabalı bir kadına karşıdan karşıya geçerken yardım etti. Sahile indi, yazı andıran bu güzel mart sabahında sahilin tadını çıkaran onlarca kişi vardı. Kendine sakin, güzel bir köşe bulup sırt üstü çimlere uzandı ve gökyüzünü seyre daldı.

Cahit bir daha Ankara’ya hiç gitmedi.

-SON-