Sevmeye inanırım. İnsanın hayatında bir kere de olsa sevmesini isterim. Diğer yandan unutmak da büyük bir erdemdir bana kalırsa, gerçekten hayatına devam edebilenlere gıpta ederim, devamında iki kez sevebilen çıkarsa, gerçekten hayret ederim. Aşk diye de bir şey var muhakkak. Bana sevmekten farklı bir şeymiş gibi gelir hep. Birbirini seven iki insan aşık değildir, seviyorlardır birbirlerini o kadar. Aşk’ı o kadar basite indirgeyemem belki. Çünkü aşk bana mutluluktan çok acıyı ve ayrılığı anımsatır. Mitolojik hikayelerden günümüze birçok aşk tasviri yapılmıştır. Sonunda mutlu olan bir hikaye var mı? Hatırlayamıyorum. Hep bi’ ayrılık, gözyaşı, ölüm…

 Sana, beni asla tanımamış olan sana,

diye başlayan bir hikaye var karşımızda. Zaten romanın tüm büyüsü ve belki trajedisi bu cümlede saklı. Geç kalmalar üzerine uzun şeyler söyleyebilirim fakat bu sefer kendimi tutmak istiyorum. Ama hayatı boyunca bir insanın başına gelebilecek en kötü şey bir insanı hiç tanımamak ve işte Aşk’ın başladığı nokta da tam da burası değil midir?

Düşünsenize içinde olunan durumu, birincisi beklemek üzerine. Yıllarca o’nun geleceği günü bekliyorsunuz. Sadece severek ve isteyerek geçiyor günlerinizi, büyük bir hayal belki bu, asla gerçekleşmeyecek. Belki de büyük bir aşk, sonunda mutluluğa erecek. Jaufre Rudel’in aşkı böyle bir aşk değil miydi? Bekleyerek ve hayal ederek geçen bir ömür. Olmayanı sevmek ama vazgeçmemek asla.

Peki ya Zebercet’in aşkı? Daha mı aşağı kalır yanı vardı Rudel’den, gecikmeli Ankara treniyle gelen Kadın’ı merak ederek geçen yılları, onu tanımak diyemeyiz, görmüş olması aşkını daha mı kolay yaşamasına yol açtı?

Raif Efendi’ye ne demeli? Bir portreye aşık olurken başına geleceklerden haberi var mıydı? Hiç olmayan birini sevdi belki, belki de hayalinin peşinden gitti. Kim bilir. Neydi bu aşkı ölümsüz kılan, sadece anlık bir aydınlanma mı?

Kimdi daha çok seven? Hiç gelmeyecek birini seven Zebercet mi? Naifliğini düşünsenize, sadece bir an uğruna tükenen ve yok olan bir ömür var. Rudel’in olmayan birine aşık olmasına ne demeli? Bu duruma katılıyorum aslında, daha önce de yazmış olmalıyım. oralarda bir yerdeydi muhakkak, gün gelecek tanışacaktı. Tanıştı da… Raif Efendi’nin beklentisizce sevmesi peki? Sanırım içinden çıkamıyorum. Gerçekten aşk dedikleri böyle bir şey olmalıydı.

Ancak Stefan Zweig’in psikolojik yüzleşme diyebileceğimiz eserine geri dönersek, işler daha da karışıyor. Aşk’tan bahsediyoruz tabii ki. Koşulsuzca bağlılık içeren bir aşktan. Giderek kötüleşen, vazgeçilemeyen bir aşktan.

csm_13-ZweigDerRufdesLebens_Arthur_Schnitzler_b543080969

Hisleri ilk andan gözlerini kapatıncaya kadar tüm sürede hep aynıydı aslında. Belki de böyle söylersek haksızlık bile etmiş olabiliriz. Ona karşı sevgisini ve bağlılığını giderek arttırmıştı. Hayata devam edememek üzerine bir şeyler düşünmeli. Eminim herkes hayatında böyle insanlar tanımış, görmüş ya da duymuştur. Ben böyle birini tanımıştım. Bir beklenti içinde olmasalar da onlar için bir belki ya da bir gün tüm hayatlarını bekleyerek geçirmelerine yol açıyor. Burada da olan bu, bir şekilde hayatına devam ediyorsun ama her zaman onun için hazırsın. Karşında ise seni görmesine rağmen tanıyamayan bir insan var. Bu insanın başına gelebilecek en kötü şey değil midir? Hayatın boyunca sevdiğin kişiyle tanışamamaktan bahsetmiyorum. Hayatın boyunca sevdiğin kişinin seni tanımamasından bahsediyorum. Sen onun için sokakta yürürken yanından geçen bir yabancısın, lüks bir restoranda gönlünü eğlendirmek için etkilendiği birisin. İşte trajedi de belki burada başlıyor. Sen ise o seni tanımasa bile hayatının aşkıyla geçireceğin birkaç saat için mutlu oluyor ve belki seni tanımadığı için mutlu oluyorsun.

Kısa ama ağır bir hikaye var karşımızda. Bir hayat hikayesi, bir aşk hikayesi ve bir yok oluş hikayesi saklı içerisinde. Küçük bir kızın biyografisi aynı zamanda. Okurken zorlanıyor, bir süre sonra bitmesini istemiyorsunuz, öykünün örgü dünyası içerisinde bocalıyor ve yaşananları iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Aslında aynı zamanda büyük bir gerilim içinde satırlar arasında geziyorsunuz. Sonra günümüz aşkları ya da adına ne deniyorsa aklınıza geliyor. Her şey bir anda basitleşiyor. Ne kadar anlamsız bir hayatınız olduğu gerçeğiyle yüzleşiyorsunuz.

Sevmek üzerine yüzlerce sayfa yazı yazılabilir, ama aşktan, mutlak aşktan, bağlılıktan söz etmek lazım. Kendi hayatından hiç düşünmeden vazgeçmekten bahsediyorum. Sadece ve sadece küçücük bir an için, günün birinde sevgisine karşılık almak için ve sonunda böyle bir şeyin asla gerçekleşmeyeceğini kabul ederek yaşamak zorunda kalarak…

Kelimeler şu aşamadan sonra yetersiz kalıyor… Sanırım Aşk buydu ve Stefan Zweig bunu uzun zaman önce insanlığın yüzüne en acı şekliyle vurdu…

Sana, beni hiç sevmemiş olan sana.

,