Ve işte karşımda okuyamadığım bir kitap daha. Okuyamadığım derken, okumaya kıyamadığım, bitirmekten çekindiğim. Ortalarında dönüp durduğum, tekrar başladığım. O kadar rahatsız edici bir boyuta geldi ki artık buna bir son vermem ve yazarak kendimi özgür kılmam gerekiyor. Bu kitap Mario Levi’nin yazmış olduğu 3 öyküden -ya da novella mı desek daha doğru olur, gerçi ben kim oluyorum da böyle bir ayrım yapma cürreti gösteriyorum bilemiyorum.- oluşuyor. 3 farklı zamanda, yerde ve farklı kişiler etrafında dönen “Bir Şehre Gidememek, Hüzünler Yürürlüktedir ve Mevsimlerin Durduramadığı”

Gitmek üzerine söylemek istediğim oldukça fazla şey var. Bunların hepsini yazabilir miyim bilemiyorum. Ama benim için anlamı olan kitapları seviyorum. Her bulduğunu okuyan birisi değilim, hatta istediğim kadar okuyamamanın derin hüznünü yaşıyorum içimde. Böyle abidik gubidik kitapları da pek sevmiyorum. İstiyorum ki okuduğum kitap beni yerden yere vursun, hırpalasın. Böyle de acı çekmeyi seviyorum. Zaten mutluyken pek kitap okuduğum söylenemez, diğer pek çok şeyi yapmadığım gibi. Gerçi pek fazla mutlu olduğum da söylenemeyeceği için aslında okumak için bir sürü vaktimin olması gerekiyor, ama saçma sapan şeylerden ötürü yeteri kadar zaman bulamıyorum işte.  İşte Mario Levi ile de böyle bir dönemde tanıştım. İstanbul’a geleli çok olmamıştı, gerçi hala çok olmuş değil, henüz birkaç yılı geride bıraktım o kadar. Ama bazen günlerin ya da ayların pek önemi olmuyor, bir günün bir yıl gibi geçtiği, yılların ise saatler gibi aktığı anlar yaşadım.

Geride bıraktığı şehri özleyen biri olarak bu kitabı okumak iyi bir fikir miydi, uzun süre boyunca düşündüm. İşte tüm geri dönmeler de bu yüzden aslında. Her ne kadar kitapta üç farklı öykü olsa da hepsinin ana fikri ortak aslında, gitmeler ve gidememeler üzerine.

Dedim ya bu konu üzerine çok doluyum diye, bir şehre gidememenin sebebi ne olur diye düşünüyorum. Çoğunlukla insanlar geride bıraktıklarıyla yüzleşmek istemezler. Hatıraların canlanmasından korkarsınız. Aslında ikisi de aynı kapıya çıkmaz mı? Geride bıraktığınız her ağaç, her sokak, her bina bir yaşanmışlıktır, geriye dönmeye korkarsınız, döndüğünüzde bıraktıkları bulamamaktan, ya da olası değişimlere dayanamamaktan.

Ama bir sevda söz konusu olunca insan hiçbir yere yalnız gidemiyor, hüsranları ve ayrılıkları hep beraberinde götürüyor. Bir çeşmeye, bir sokağa, bir yemek kokusuna, yıllar yılı yaşadığımız, doğup büyüdüğümüz şehirlere bile değişik anlamlar yükleyebildiğimiz anlardır bunlar.

Aslında aynı sebeple de insanlar gidiyor çoğu zaman. Bu durum bana çok beyhude bir çaba olarak gelir. Gitmek, ya da kaçmak. (ya da’dan önce virgül olmaz biliyorum, ama bu hataya inanın bayılıyorum, çok hoşuma gidiyor.) Geçenlerde sevgilisinden ayrılan bir arkadaşımla bir konuşma yaptık. Onun gibi güçlü bir kadından öyle sözler duymayı tabii ki de duymayı beklemiyordum. Gitmekten söz ediyordu. Tamam kulağa hoş geliyor da, nereye gitmek? Kendini beraberinde getirdiğinde kimden ya da neyden kaçmayı umuyordu ki? İnsan anılarından ya da düşüncelerinden kaçabilir miydi, böyle bir şey mümkün olabilir miydi? Bence olamazdı. Sen nereye gidersen git anılar ve hayaller peşinden gelmez mi? Onun için de öyle olmayacağını anlamamız uzun sürmedi, bu fikrinden vazgeçti, ve hayatına devam etti. (aynı zamanda ve’den önce ya da sonra da virgül kullanmaya bayılıyorum, yaşasın hatalar!) Sanırım bu yüzden çabuk mutlu olan insanlara bayılıyorum ve takdir ediyorum. Düşünsenize insan onca yaşanmışlığı bir anda sıfırlayıp yeniden başlayabiliyor.

“Döneceğini biliyordum” demişti Grancinda. Çünkü bu şehre gelecektin istesen de istemesen de… Beni bir kez daha görme hasreti yıllarca peşini kovalayacaktı.

Sanırım benim de hayatımda böyle bir dönem oldu. İstanbul’a gelişimi dramatize etmek istemiyorum fakat Ankara’dan ayrıldıktan sonra içimde derin bir boşluk olduğu gerçeğini reddetmeyeceğim. İstanbul’da da işler pek yolunda gitmeyince insan hata mı yaptığı sorusuyla geçiriveriyor günlerini. İşte bu noktada geri dönmek fikri de hep bir yanında duruyor. O andan sonrası git-gelllerle dolu bir ikilemden fazlası değil. Ben bir şehre gidememenin ayrı kalınan süreyle ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Bu süre çok kısa bir süre olabileceği gibi yıllar da olabilir. Tamamen yaşanmışlıklarla alakalı olduğunu düşünüyorum. Ama gittiğim zaman bıraktıklarımı bulamayacağım hep aklımın bir köşesindeydi. Gerçi geride hayal kırıklıklarımdan fazlasını bırakmış değildim ama yine de hep bir çekincem oldu. Bir yaz gecesi karanlığında çalan telefonuma kadar ne yapacağım konusunda hiçbir fikrim yoktu. Sonrasında olanları pek hatırlayamıyorum. Ankara’ya dönerken ne düşündüğümü, ne ile karşılaşacağımı bilmiyordum bile. İnsan tuhaf bir yaratık, hayal gücü o kadar kuvvetli ki çoğunlukla kendini kandırmayı başarıyor. Sanırım ben de az daha kendimi kandıracaktım. Neyseki gerçeklik hemen baş ucumda duruyordu.

Beni sanırım daha çok ikinci hikayedeki Eşref Bey etkiledi. Eşref Bey ile Raşel Hanım’ın çok öğrenemediğimiz aşkı. Burada Mario Levi’ye neredeyse kızma cürretini göstereceğim. Keşke daha çok şey öğrenebilseydik bu iki aşık hakkında. Öykü ile romanı kıyaslayacak, birini daha değersizleştirecek durumda değilim. Buraya değersiz birkaç kelime karalayan biri olarak buna hakkım yok. Sadece daha fazla merak etme dürtümü engelleyemiyorum. Aslında benzer bir durumu Mario Levi de yaşamış olacak…

İçine kapanık bir edebiyat öğretmeni Eşref Bey, artık tamamen kendi içine kapanmış ve geçmişinde kalan pişmanlıkların acısını çekiyor.

Zamanı durduramamanın ve kimi hayalleri tüm kandırmacalara karşın gerçekleştirememenin kırgınlığı… Fırsatını bulduğumda buna bir küçük pişmanlık ya da kaçınılmaz ödeşme zamanı diyebilmeliyim. Uzunca bir arayışın beklenmedik bir yerinde insanın aniden bir başına kalabileceği anları da gözden geçirebilmeliyim bu aşamada; yitirilmiş onca sevince karşın yeni bir ilişkiye doğmak istemenin hüznünü anlatabilmeliyim bir başkasına.

Eşref Bey’in hikayesine olan ilgimi önce öykünün geçmiş olduğu Şişli Sıracevizler Sokağı’nda iki sene yaşamış olmama bağladım önce. İnsan hayatından bir kesit gördüğü zaman inanılmaz bir sahiplenme güdüsü gösteriyor. Ama devam ettikçe işlerin biraz daha karışık olduğunu kabul ettim. Eşref Bey hislerini itiraf etmekte pek bir muhafazakar. Ama neyseki burada yardımımıza anlatıcı yetişiyor. Kendisine itiraf edemediklerini anlatıcımıza dökülüyor.

Ama değişmeyen temel bir çok mesele vardı ve bu gerçeğin farkına varabilmek gerekiyordu. Geçmişten bugüne, beklenmedik zamanlarda üşüşüveren anılardan belki de bu aşamada biraz daha fazla söz etmeliyim bu yüzden. Ama düşünsem ve biraz kendimi yoklasam, biliyorum ki, o günlerden bugüne en çok Raşel’i taşıdığımı itiraf edeceğim. Senelerdir görmediğim, nerede, nasıl, kimlerle yaşadığını artık bilmediğim, küçük bir dünyam, küçük başkaldırım ve hayatımın en büyük umarsızlığıyla özdeş olan Raşel.

Eşref Bey’in içindeki büyük pişmanlığı en ince ayrıntısına kadar hissediyorsunuz. Aslında burada öykü türünün hakkını teslim etmek gerekiyor. Yukarıda söylediklerimi geri alıyorum. Belki de bu hikaye çok irdelenmemeli, bu haliyle bizi perişan etmeye yetiyor. Acımızı arttırmasın, olduğu gibi sızıyı bıraksın. 6-7 Eylül olayları sonucu İstanbul’u terketmek zorunda kalan Raşel’i bu kadar çabuk bıraktığı için belki de içindeki pişmanlığı ve aklındaki soruları hiç bitmiyor Eşref Bey’in. Kendisi başaramasa da anlatıcı Eşref Bey oluyor ve buluyor Raşel’i. İşte burada herkesin içinde yaşadığı korkuyu Raşel de yaşıyor aslında. Bir şehirden koparılmak zorunda bırakılan ya da kendi isteğiyle ayrılan herkes için geçerli aslında bunlar. Geriye dönünce neyse karşılacağını bilememek, sanırım insanın içini yiyip bitiren en büyük sebep bu. Bununla beraber kendisi hakkında çok bilgiye sahip olmadığımız Eşref Bey hakkında da Raşel Hanım’ın nezaketi sayesinde bir şeyler öğreniyoruz. Ne kadar da acı verici bir ilişki.

Ve gün geldi, kimi sevdiklerimizden istemesek de ayrılmak zorunda kaldık. Buraya geldiğim günlerde, geride bıraktığım hayata bir daha dönemeyeceğime iyiden iyiye inandırmıştım kendimi. O daracık sokakları, Boğaz’ın denizini…

Bir şehre gidemeyişimizin en önemli nedeni yaşadığı dönüşümden korkmaktır. Bıraktıklarını bulamamaktır. Bu çok kabul edilebilir bir durum. İşte Raşel Hanım’ın yaşadığı da tam olarak bu aslında. İçinden o korkuyu atamıyor, yıllar sonra bile cesaret edemiyor dönmeye.

İstanbul’a gitmek beni biraz da bu yüzden korkutuyor. Her şeyin o günlerde bıraktığım gibi kalmasını ve hayalimde hep böyle yaşamasını istiyorum. Böylesi sanki çok daha güzel.

İşin tuhafı Eşref Bey de benzer şeyleri düşünüyor. Aynı acıları yaşayan insanların ortak paydada buluşması kadar doğal bir şey olamaz.

Eşref Bey ile Raşel Hanım’ın pişmanlıklarıyla geçen hayatlarından sonra bir başka hüzün dolu hikaye karşılıyor okuyucuyu. Ama o ana kadar iyiden iyiye hırpalanan okuyucu Müesser Hanım ve Sevil ile karşılaşınca iyiden iyiye kopuyor. Ara veriyor. Nereden başlayacağımı bilemiyorum. Başlamak istediğime de emin değilim. Sadece bir sigara yakmak ve soğuk deniz rüzgarını yüzümde hissetmek istiyorum. Belki bir nebze olsun onların acısını paylaşabilirim böylelikle.

Mario Levi’nin ağır ve ağdalı bir dil kullandığını kabul etmek gerekir. Uçsuz bucaksız cümleler, sonu nereye bağlanacağı belli olmayan hikayeler, pişmanlıklarla yazılan paragraflar arasında kaybolmamak oldukça zor. Sanırım bir çırpıda okumak yerine özümseyerek okumak hikayeyi yakalamak için daha faydalı olacaktır.

Her ne kadar bu hikayedekiler için böyle bir şey mümkün olmasa da günümüz için daha ılımlı konuşabiliriz. Herkesin hayatında böyle içinden çıkamadığı, geri dönmeye korktuğu dönemler oluyor. Çoğunlukla yenilikler daima insanları tedirgin eder. Bilinmezlik gibidir, rahatımızı bozmak istemeyiz, alıştığımız düzen değişmesin, her şey eskisi gibi olsun isteriz. Ama bu çoğunlukla kendimizi kandırma metodumuzdur. Bunları istemeye başladığımız an, yani geçmişe özlem duymaya başladığımız an aslında o an’ın öldüğüne işaret eder. Burada yapılması gereken deli gibi yeni an’lar peşinde koşmamakla beraber değişime ve yeniliklere açık olmaktır. Sanırım devam etmek ve kendini özgür kılmak için yapılacak şey budur ya da benzer şeylerdir. Geçmişe saplanarak yaşamanın mümkün olmadığı gerçeğiyle yüzleşilmeli. Orada yaşanan mutsuzluklar orada bırakmalı, yeni hayallere ve yeni şehirlere merhaba demeli. Bu en iyi başlangıç olabilir…