Bugün yirmi dört kasım. Queen’in şarkılarından sevdiğim bir play list oluşturdum. Sabah erken saatlerde denizin üstünde ortaya çıkan büyük gökkuşağı o’na selam duruyordu sanki. Evet, bugün müziğin gelmiş geçmiş en güçlü vokali Freddie Mercury’nin ölüm yıl dönümü. Ne zamandır buraya girip bir şeyler yazma fırsatı bulamıyordum. Freddie’nin hikayesinin anlatıldığı Bohemian Rhapsody’i izledikten sonra içime tarif edemediğim bir mutluluk ve bir o kadar da hüzün çöktü. Ben de hem film hakkında, hem de Freddie hakkında birkaç şey yazmak istedim. 

Filmi izlerken birkaç şeye dikkat etmekte fayda var. Öncelikle bunun bir belgesel olmadığını, film olduğunu kabul etmelisiniz. Queen hakkında daha önce bilgiye sahipseniz rahatsız olacağınız detaylar olabilir. Bunların bazıları kabul edilebilir olsa da birkaç nokta gerçekten Queen severler için rahatsız edici gelebilir. Evet belgesel olmadığını kabul ediyorum. Dolayısıyla araya sinematografiyi güçlendirmek için dramatik unsurlar serpiştirilebilir. Ama film Mercury hakkında olunca insan gerçeklerin çarptırılmasından rahatsız oluyor. Özellikle bunlar gerçek olmayan, olumsuz yönlerin ön plana çıkarılması ile yapılmış ise iş biraz daha kötü bir hal alıyor. Başlamadan, filmin Queen’den ziyade bir Freddie Mercury filmi olduğunu söylemek lazım. Grubun diğer üyeleri hakkında pek bir şey öğrenemiyorsunuz.

Filmi izlemeden önce Queen hakkında pek fazla bilgiye sahip değilseniz bu filmi kesinlikle çok seveceksiniz. Yani olaylar gerçek hayattan alınma değil de kurgu olsa, gerçekten olağanüstü bir film diyebiliriz. Ancak olaylar gerçek hayattan esinlenerek yaratıldığı için aynı şeyleri söylemek için erken davranmamak lazım. Evet gerçekten birkaç bölüm hariç oldukça doyurucu bir film olmuş, ama diyorum ya çok can sıkıcı birkaç nokta tadı kaçırıyor.

Hazır fonda We Will Rock You çalmaya başlamışken sonda söyleceğim birkaç şeyi buraya serpiştireyim ve başlayayım. Bir kampüste çocukluğunu geçirmek gerçekten birçok açıdan avantajlı. Daha çok küçük yaşlarda onlarca sinema, tiyatro, konsere gitme keyfi bir yana birçok sportif aktivite yapma imkanına sahipsiniz. Her mayıs ayı geldiğinde üniversite kampüsünde şenlikler olurdu. Bu söylediğim doksanlı yılların başları, ilkokul çağı. Halı sahada futbol turnuvaları ve Sprite’ın sponsoru olduğu o inanılmaz Streetball turnuvaları gerçekten çok güzel olurdu. Bu basketbol turnuvalarını müzik olmadan düşünmek imkansızdı. İşte ben de Queen ile bu yıllarda tanıştım. Tanıştım derken ne anlama geldiğini bile bilmediğim We Will Rock You şarkısının nakaratını We Vö We Vö Rock You olarak söylememden ibaretti her şey. Ama daha o yaşlarımda bile müziği kulağa inanılmaz geliyordu. Ve tabii ki final müsabakalarının ardından çalınan We are the Champions! Bu şarkılar asla değişmezdi. Tabi yıllar geçtikçe sözler anlam kazanmaya başladı ancak o ilk yıllarda bu şarkıları dinlediğimde yaşadığım mutluluk aklımdan hiçbir zaman gitmedi. Sonrasında belki biraz özentilik diyeceksiniz ama NBA’de o yıllarda basket maçlarına çıkmadan yapılan o yayınları büyülenerek izlerdik. Biz de ortaokulda okullar arası basketbol maçlarına çıkmadan önce We Will Rock You dinleyip maça motive olurduk kendimizce. Şimdi geriye dönüp düşünüyorum da, gerçekten güzel yıllardı. Daha sonra lise ve üniversite yılları Queen’in diğer şarkılarını keşfederek geçti. Benim için The Beatles ile beraber yerlerine kimseye koyamadığım iki büyük grup gerçekten. Bu şarkıları dinleyebildiğimiz için gerçekten kendimizi şanslı saymalıyız, ama ya bir de bunları gerçekten canlı dinleyenlere ne demeli? Düşünebiliyor musunuz hiç?

Filmi üç bölüme ayırırsak haksızlık yapmayız sanırım. İlk bölüm Queen grubunun kuruluşu ve yükselişi, ikinci bölüm Freddie’nin kendini kaybetmesi ve final bölümü de tekrar bir araya gelip Live Aid’te tarihin gördüğü en büyük performanslardan birine imza atmalarıyla sona eriyor. Şimdi tekrar filmi ve anlatılan hikayeyi düşünüyorum da, acaba tek film biraz yetmemiş gibi değil mi sizce de? Çünkü özellikle son yıllara dair pek bir şey göremiyoruz filmde. Belki de seyircilerin kafasında en güçlü imgeyi yaratmak için bu yol da tercih edilmiş olabilir fakat iki güzel filme de kimsenin hayır diyeceğini sanmıyorum.

Filmin ilk bölümünde Queen’in kurulmasına tanıklık ettiğimizi söylemiştim. Filmde Freddie, Tim Staffel’ın Brian ve Roger’ın olduğu Smile grubundan ayrıldığını ve onun yerine dahil olduğunu görüyoruz. Aslında bu hikayede de eksiklikler var. Freddie hali hazırda üniversiteden grubun diğer üç üyesini de tanıyordu. Hatta kendisi de grubun bir parçasıydı. Ancak Tim’in ayrılmasından sonra Queen’e evrilen süreç John’un da aralarına katılmasıyla başladı. Filmin bu bölümü oldukça hızlı geçiyor. Bu yüzden de hikayeyi kısa tutmak için hikayede değişiklik olabilir. Bunun sebebi tabii ki gelişme ve sonuç bölümlerinin daha uzun tutulacak olması, o yüzden yapılan değişiklikler rahatsız edici düzeyde değil. Bu bölümde Freddie’nin başka bir kimliğe bürünmesi, ailesiyle olan ilişkileri, Mary ile tanışmasına kadar oldukça kaliteli sahneler izliyoruz.

Queen’in kurulmasından sonra albüm turneleri başlıyor ve biz de inanılmaz bir müzik şöleni içinde buluyoruz kendimizi. 1970’li yıllarda tüm dünyada turnelere çıkan grupla beraber konserlerden konserlere doğru yol alıyoruz. Dile kolay ilk albümleri Queen I 1973 yılında yayınladı ve 1980’e geldiklerinde tam 9 albümleri vardı ve Single albümleri hariç! Neredeyse 10 yıl boyunca sadece şarkı yazdılar, albüm çıkardılar ve turnedeydiler. Bu müzik tarihi içinde eşine rastlanmayan bir başarı.

Bu 10 yıl boyunca durmadan üretmeye devam etmeleri gerçekten inanılmaz ve diğer grupların başına gelen duraklama, anlaşmazlık problemleri olmadı. Grup 1986’ya kadar 5 turne daha yaptı. Yalnızca 1982-1984 arası dönemde herhangi bir turneye çıkmadı.

Filmde bu dönem Freddie’ye maalesef haksızlık yapılmış. Bu dönemde Freddie grubu yarı yolda bırakıp solo albümlere ağırlık verdiğine dair sahneler var ne yazık ki. Ancak gerçekte durum böyle değil tabii ki. Evet filmin belgesel değil de film olduğunu ve araya dramatik unsurlar atmak için Freddie’yi biraz bencil bir karakter olarak yaratmışlar. Aslına bakarsanız gerçek hiç de öyle değil.

Freddie Mercury gerçekten işine çok bağlıydı ve başarısı yanında alçak gönüllü bile denilebilirdi. Gazetecileri pek sevmez, özel hayatında ne kadar çılgın partilerin, eğlencenin dibine vursa da kendini işini iyi yapan bir insan olarak görüyordu. Bu yüzden gazetecilerle konuşmayı pek sevmez, her röportajında onlardan nefret ettiğini söylerdi. Özellikle sorduğu bazı sorulara kızar, bu soruyu sormanız çok saçma şeklinde tepki verirdi. Bunu Münih’te yaptığı bir röportajda kendinizi derli toplu mu yoksa dağınık mı buluyorsunuz diye soran gazeteciye söylemişti. Filmde en azından bu açık sözlülüğü güzel bir şekilde verilmiş.

Kişiliğine gelince, evet eğlenceyi ve her şeyi yaşamıştı. Ancak aynı zamanda ekip arkadaşlarının hakkını her zaman verdi. Örneğin kendisinden Queen’in lideri olarak anılmasından her zaman rahatsız oldu, kendisine böyle hitap eden herkesi “I’m not a leader of Queen, i’m a lead vocalist of Queen” şeklinde düzeltti. Çok renkli bir kişiliği vardı, seyirciyi eline almayı çok iyi başarıyordu ve onlarla gerçekten bir bütün oluyordu. Rio’da, Live Aid’te ve 86 Wembley konserlerinde yüzbinlerce kişiyle beraber yaptığı Ay-Oh sahnesi gelmiş geçmiş en iyi müzikal sahnelerden biri olduğuna eminim. Şu deliliğe bakar mısınız?

1980’lere gelindiğinde grupta bir tükenmişlik olduğu doğru. Ancak bu durumu yine Freddie kendisi açıklıyor. Queen devamlı kendi içinde bir mücadele halindeydi. Basit bir Rock grubu değildi. Her albümde kendilerini zorluyor ve farklı bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. Bohemian Rhapsody bu dehanın bir ürünüydü. Gelmiş gelmiş en iyi 10 şarkıyı sıralasalar muhtemelen zirveye oynar rahatlıkla. Hali hazırda Büyük Britanya’da yapılan birçok ankette gelmiş geçmiş en iyi şarkı olmak üzere bir çok listede zirvede yer alıyor. Opera ile Rock müziğin inanılmaz uyumunu görmenin yanında kimse tam olarak bu şarkı hakkında fazla bir bilgiye sahip değil. Sözlerinin ne anlama geldiği hakkında birçok yorum var. Kimisi Freddie’nin kendi hayatını anlattığını söylüyor, kimileri de sadece melodisel olarak kelimelerin seçildiğini. Freddie de bu konuda fazla sır vermiyor. Bir röportajında bu bir şiir gerisinin ne önemi var diyordu. Sadece opera alanında değil, kendilerine getirdikleri yeniliklerde sınır tanımadılar. Pop da söylediler, slow da ve yeri geldi disko müzik de yaptılar. Sanırım Queen, Pop-Rock müziğin oluşmasında büyük yol oynadı. Disko-Rock ise kesinlikle kendi icatları. Gerçekten yaptıkları iş akıl alacak iş değil. Ortada tutan ve daima kazanacakları bir müzik türü varken kendilerini zorlamaya devam ettiler. Bu açıdan çok saygı duyulması gerekiyor.

Sadece yaptıkları müzik türü değil, kendi içlerinde yaşadıkları fikir ayrılıkları da grubu daima güçlü tutmaya katkı sağladı. Yine Freddie anlatıyor: Queen tek bir kişinin şarkı yazıp söylediği bir grup değildi. 4 üye de şarkı yazıyor ve farklı tarzda yazıyor, besteliyor ve söylüyordu. Dolayısıyla hep daha iyisini yapmak için bir nedenleri vardı. Bu da grubu kısır bir döngüye girmekten kurtarıyordu. Bu durum da filmde oldukça güzel yansıtılmış başka bir bölümü oluşturuyor. Özellikle şarkılar üzerine yapılan tartışmalar. En sert kavgaların yaşandığı anlarda dahil müziğin onların birleştirici gücü olması çok iyi yansıtılmış. Benim filmle alakalı en sevdiğim bölümler şarkıların yaratılma hikayelerinin canlandırıldığı bölümlerdi. Özellikle Bohemian Rhapsody, We Will Rock You ve Another One Bites the Dust’ın yaratılma sahneleri harikaydı.

Evet gelelim ayrılığa. Filmde Freddie’yi yalnız bir karakter olarak resmedip bu durumu kaldıramadığı yönünde bölümler var. Freddy gerçekten de sadece işini iyi yapan biri olarak görüyordu fakat gerçekte filmde yansıtıldığı şeklinde bir ayrılık gerçekleşmedi. Filmde 1982-1985 arası grubun dağılma eşiğine geldiği ve Freddie’nin solo albümüne yöneldiği işleniyor. Evet Queen’in o yılarda albüm çıkarmadı ama turneleri eskisi kadar yoğun olmamakla beraber devam etti. Zira 10 yıllık ardı ardına gelen albümler ve turnelerden sonra bu duraklama dönemi tekrar yenilenmeleri için gerekiyordu. Filmde bu noktada Freddie’ye gerçekten kötü davranılmış. Kendisi solo albüm yaptı ama bu yıllardan sonra. Hatta Freddie’nin ilk solo albümü çıktığı zaman Brian’ın hali hazırda iki solo albümü bile vardı! Tabii filmde bunların hiçbirinden bahsedilmemiş. Freddie’nin albümleri nde farklı şeyler denemek istiyordu. Bu da tamamen müzikle yaşadığını gösteriyor aslında. 1988’de Monserrat Cabella ile çıkardığı Barcelona albümü tamamen opera odaklıydı.

Filmin en kötü ve en iyi sahneleri son bölümü oluşturuyor bence. Çünkü burada gerçek olaylar iyiden iyiye çarpıtılmış ve bir drama, bir geri dönüş oluşturmak için harcanmış. Öncelikle tekrar dediğim gibi Queen asla filmde yansıtılan bir ayrılık yaşamadı ve bunun sebebi Freddie değildi. Live Aid konseri öncesi uzun yıllardır beraber çalmadıkları hikayesi de ne yazık ki doğru değil. Live Aid’ten daha birkaç ay önce, tarihin gördüğü en büyük konseri Rock in Rio Festivali’nde vermişlerdi. Live Aid konseri 1985 yazında gerçekleşti. Henüz ocak ayında Brezilya’da beraberdiler. Bu konsere filmde daha çok yer vermelerini isterdim. Zira bu konserlerine ilk gün 400bin, ikinci gün de 300bin kişi gelmişti. Efsanevi Love of My Life’ın yüzbinlerce kişi tarafından söylenmesi ilk defa burada gerçekleşti. Bu an gerçekten çok büyüleyici. Filmde bu olay yanlış tarihle de olsa verilmiş. Ancak yine de Rio konseri grubun en büyük konserlerinden olmasının yanı sıra tarihin en kalabalık konserlerinden biriydi, dolayısıyla daha fazla yer verilebilirdi.

Love of my life, you’ve hurt me.
You’ve broken my heart
And now you leave me.
Love of my life, can’t you see?
Bring it back, bring it back… Bring it baaaaaaaackkkk diye biz de az bağırmadık gençliğimizde:) Rio konserinin belgeseli daha sonra DVD olarak piyasaya çıktı. Hala bir yerlerde olabilir, internetten de bulabilirsiniz. Mutlaka edinmenizi öneririm.

Evet gelelim Live Aid konserine. Bu konser olduğu gibi filme aktarılmış. Bu konsere geliş aşamaları hatalı ve insanı üzen detaylarla dolu olsa da final sahnesi gerçekten olağanüstü. Sahne yalnızca 20 dakika onlara aitti ve tarihin en iyi performanslarından birini gerçekleştirdiler. Burada konuşmanın yersiz olduğunu düşünüyor ve aşağıya videoyu bırakıyorum. Buyrun siz karar verin.

Gelmiş geçmiş en büyük performanslardan biri, buna diyecek bir şey yok. Ama Freddie’ye biraz saygı göstermek gerekmez miydi? Filmde yansıtılanlar kepazelik. Ortada bir ayrılık yokken drama tozu katmak için grubu dağıtıp tekrar iyi bir amaca yönelip bir araya gelmelerini sağlamalarını anlıyorum tamam, ama ya Freddie’yi soktukları durum? Filmde Freddy’nin konserden kısa bir süre önce AIDS olduğunu öğrendiğini ve bu yüzden pişman olarak grupla sanki son konseriymişçesine göre bir psikolojiye girdiğini görüyoruz. Ama aslında böyle bir şey yok. Freddie 1987 yılında, yani bu konserden tam 2 yıl sonra hasta olduğunu öğrendi. Yani burada anlatılanların hepsi büyük bir saçmalık. Bu olağanüstü kişiye, onun müziğe tutkusuna ve onu seven milyonlarca insana yapılmış büyük bir haksızlık olarak görüyorum. Yine filmi bu konserle bitirip 1986 konserinden bahsetmemelerini de büyük eksiklik olarak görüyorum. Muhtemelen Freddie’nin grubu dağıtmayı istediğini filmde anlatıp 1986’daki konseri vermeye utandılar.

“Biliyor musunuz? Son zamanlarda Queen adında bir grup:) hakkında bir sürü söylenti dolaşıyor. Söylentiye göre biz ayrılacakmışız! Ne düşünüyorsunuz? Götlerinden atıyorlar değil mi? Kötü söz için özür dilerim, ama söylediğimi anladınız değil mi? Söylentileri unutun. Biz ölene kadar beraber olacağız, eminim! Hep ayrılmak istiyorum ama izin vermiyorlar:) Aslında ne diyecektim, 4 yaşlı Queen için çok da kötü sayılmayız değil mi, ne düşünüyorsunuz?”
Eh sizce de üzerine bir şey söylenebilir mi? Neden böyle bir şey yaptılar bilmiyorum gerçekten ama yaptıkları hoş olmadı bence. Sona yaklaşırken küçük notlar halinde bitirmek istiyorum.

Filmde Freddie’nin biseksüel kimliğini kamuoyundan sakladığına dair sahneler var. Fakat daha Queen’in ilk yıllarında verdiği bir röportajında “Bir nergis çiçeği kadar geyim, hayatım” sözü oldukça bilinen bir söz. Hayatını gerçekten özgürce ve istediği şekilde yaşadı. Freddie’den bahsederken tabii ki kıyafetlerden bahsetmemek olmaz. Aman allahım, rock müzik tarihinin kesinlikle en çılgın, en absürt, en cesur ve en renkli kıyafetleri ona aitti. Bir keresinde gerçek erkekler sarı giyer diyerek sarı rengine olan sevgisini söylemişti. Deri kıyafetler, rengarenk elbiseler, hatta taytlar, hepsi onunla bütün oluyor şovunun bir parçasına dönüşüyordu. Başkasında çok çirkin duran kıyafetler onda bir şahesere dönüşüyordu adeta. Filmin en sevdiğim yönlerinden biri de bu oldu. Tüm kıyafetleri ve onun şaşalı moda anlayışı çok iyi bir şekilde yansıtılmış.

Sıra tabii ki Rami Malek’te. Rami Malek bu rol için ilk düşünülen oyuncu değildi. Film 2010’da duyurulduğunda Mercury rolü Baron Cohen’indi. (Borat karakterini oynayan arkadaş) Ancak 2013’te bu işin yürümeyeceği anlaşılıp oyuncu değişikliği yapılmış. İyi de olmuş. Malek resmen Mercury ile can bulmuş. Özellikle konser sahneleri inanılmaz. Live Aid konserini ve filmi izleyin hak vereceksiniz. O mimikler, yürüyüş, hareketler. Hele o kameramana yaptığı kur. Ayırt etmek neredeyse inanılmaz. Bu sene çok fazla yeni film izleyemedim. Ama izlediklerim içinde kesinlikle en iyi performansı izlediğime eminim.
Bu kadar uç bir karakteri böylesine iyi yansıttığı için bir Queen sever olarak ben minnettarım kendisine. Filmde üzüldüğüm noktaları belirttim. Genel olarak çok beğensem de, bunun sebebi Queen’i seviyor olmam aslında. Ancak gerçek olayların bu denli dışına çıkılması beni rahatsız etti. Ancak ben keyifli konser sahnelerini düşünerek keyfimi kaçırmayacağım. Bu arada söylemeyi unuttum. Aman allahım, Live Aid’i resmen tekrar çekmişler, bu gerçekten olağanüstüydü. Yani o stat, o atmosfer, seyirciler. Hatta çatıdaki tanıdık simalara da gözünüz takılmıştır.
Düşünebiliyor musunuz, yüzbinlerce kişilik bir konser ve herkes tüm dikkatiyle eşlik ediyor. Kimsenin elinde cep telefonu yok, fotoğraf makinesi yok. Sadece müzik var. Bazen düşünüyorum, Freddy bu yıllarda yaşasa o şarkıları yazabilir miydi, bu konserler aynı iştahla yapılabilir miydi? Belki de günümüz sanatçılarının yaratıcılıklarının bu denli vasat ve kısır olmasının sebebi budur. Günümüz dünyası insanları öldürüyor. Olmadıkları gibi biriymiş gibi davranma sanrısı içinde insanlar kendilerini kaybetmiş bir şekilde yaşamaya çalışıyor. Ama o öyle değildi. O sahneye çıktığı zaman müziğin kendisiydi. Şarkı söylemiyor, sesiyle, kıyafetleriyle, seyiriciyle müziğin kendisi oluyordu! Anka’nın Yükseliği ve Düşüşü!
Filmle ilgili hoşuma gitmeyene şeyleri söyledim, son birkaç şey eklemek istiyorum. Öncelikle Live Aid sonrası Wembley 86 konserinin geniş bir çekimi olabilirdi. Son yıllarda turneye çıkmadılar evet ama Freddie son günlerine kadar şarkı okumaya devam etti. Zaten tek istediği de buydu. Her anını müzikle geçirmek ve gidebileceği yere kadar gitmek. Bu dönemde daha sakin bir yaşam sürdü. Evinde, kedileri ve sevgilisiyle. Basınla pek konuşmadı, ama şarkı okumaktan da geri kalmadı. Bu dönemde These are the Days of Our Life ve Who Wants to Live Forever gibi şaheserlere imza attı. Aslında bir korkusu vardı, yaşlanmak! Evet yaşlanmak istemiyordu, belki de o yüzden tedaviyi uzun süre reddetti ve sonra ilaçlarını kesti. Ancak o halde dahi şarkı söylemekten vazgeçmedi ve tarihe geçen Show Must Go On şarkısını yarattı. Bu şarkılar filmde yer alsın isterdim. Çünkü bunlar bir nevi onun vedasıydı. Gelecek günlerde neler olacağını ön görecek kadar akıllıydı. Son klibinde “I still love you” diyerek attığı kaçamak bakış belki onun vedasıydı. Öyle de oldu.
Kendini “i’m just a musical prostitute, my dear” diye açıklıyordu.
Müzik için yaşadı, müzikle beraber ölümsüz oldu…