Kasım, 1990. Moda, Kadıköy.

Ofisten çıkarken yazı işleri  müdürüne görünmemek çok uğraşmıştı ama tam kapıyı açtığı anda müdür arkasından “yazıyı hala göndermedin, biliyorsun iki gün içinde baskıya giriyoruz” diye seslendi. Duymamış gibi yaptıysa da müdür daha sert bir ton ile söylediklerini tekrarlayınca “tamam tamam bu akşam yazacağım” diyerek kapıyı ardından çekerek çıktı.

Rauf, yaklaşık 2 yıldır Aralık Dergisi’nde yazıyordu. Aslında yazamıyordu dersek daha doğru olacak. Çünkü yazma konusunda pek istikrarlı değildi. Hatta iş arkadaşları  bir rica üzerine işe alındığına emindi. Rauf yine de bunlara pek aldırıyor denemezdi. İşe gelmediği günlerde düzgün yalanları söyleyebiliyor, geldiğinde ise çalışıyor gibi gözükmekteki marifetini kullanıyordu. Kendisine yönlendirilen işleri genelde yapmamayı tercih etse de redaksiyon işlerinden genellikle kaçamıyordu. Bunun yanında düzenli olarak köşesi Tabure’de yazması gerekiyordu ama yazmaması için de iyi bir bahanesi vardı. Kendini iyi hissetmiyordu. Halbuki ilk aylar oldukça iyi sayılırdı. Yazılarını düzenli olarak yazıyordu. Neredeyse iş yerinden arkadaş bile edinecekti. Bir keresinde tüm cesaretini toplayıp karşı masadaki kıza günaydın bile demişti…

Hızlı adımlarla merdivenlerden indi. Dışarı çıktığında yağmur henüz çiselemeye başlamıştı. Paltosunun yakasını kaldırdı. Moda Burnu’ndan gelen esinti Kasım ayının geldiğini iyiden iyiye hissettiriyordu. Moda Caddesi boyunca yürümeye başladı. Rexx Sineması önünde arkadaşları ile buluşacak ve arkadaşlarının uzun zamandır beklediklerini söyledikleri Pretty Woman filmini izleyeceklerdi. Mehmet Juila Roberts’a, Aslı ise Richard Gere’e bayılıyordu. Ama Rauf’un ikisini de sevdiği söylenemezdi. Sinemaya neden gitmesi gerektiği konusunda kendini ikna edemeyince gitmemesini daha iyi olacağı kanısına vardı. Hem gitmemesi onlar için daha iyi olacaktı. Böylelikle Mehmet, Aslı’ya olan duygularını söyleyebilirdi. (Söyledi de, ancak ne yazık ki sonu iyi bitmedi. Ancak sevgili okur başka bir günün hikayesi o.)

Yolunu tekrar Moda İskelesi’ne doğru çevirdi. Deniz havası her zaman iyi gelirdi. Biraz üşüdü, biraz yürüdü. Kendini toparladı. Gün boyu dergideki gereksiz işlerden bunalmıştı. Şiddetini arttıran yağmurla üşüdüğünü hissetti, hava kararmak üzereydi. Eve dönüp yazması gerektiği aklına geldi, caddeye çıktı gözü bir taksi aradı ama bu saatte bulamayacağını biliyordu, yürümeye devam etti. Pasifik Pastanesi’nin önünde bir taksi bulabildi nihayet ama aynı anda pastaneden gelen koku akşam kurabiyelerinin fırından çıktığını müjdeliyordu. Taksiyi es geçip pastanede biraz vakit geçirdi. Akşam kurabiyelerinden bir paket de annesi için sardırdı. Yeni bir taksi bulması 30 dakikasına mal oldu ama akşam kurabiyeleri buna değerdi. Taksiyle önce annesinin evine, kurabiyeleri sağ salim teslim ettikten sonra da Üsküdar sırtlarındaki evine gitti.

Eli elektrik anahtarına gitti. Elektrikler yine kesikti. Aylardır akşamları elektrikler kesiliyordu. Artık bu duruma alıştığı için sinirlenmedi. Eve girdi. Doğruca odasına gitti. Küllükte sönüp yarım kalmış sigarayı yaktı, derin bir nefes aldı, sonra küllükteki birikmiş izmaritlerin arasına sıkıştırdı. Masanın iki yanında duran mumları yaktı. Oda hafifçe aydınlandı. Daktilonun gölgesi duvara düştü. Bir sigara paketi çıkardı cebinden masaya koydu. Cebinde bir şeyler aradı bulamadı. Sigarasını yaktı, derin bir nefes çekti. Sandalyesini düzeltti, oturdu. Daktilosunu kendine yaklaştırdı. Sigarasından bir nefes daha çekti ve geri kalanını küllüğe büzüştürdü. Daktiloya bir kağıt yerleştirdi ve bekledi. Bekledi. Sandalyesini geri çekti, dolabındanki plaklara kaydı gözü. Zeki Müren ile Erkin Koray arasında kararsız kaldı. Vazgeçti, Cem Karaca’yı yerleştirdi plakçalara… Tekrar sandalyesine döndü daktilosunu düzeltti. Bekledi. Bir sigara daha yaktı. Bekledi. Konuşamadıklarımız başlığını attı saman kağıda. Daktilonun tuş sesleri kararan gecede Cem Karaca’nın  Deniz Üstü Köpürü’süne eşlik etmeye başladı.

“Biliyor musun sevgili okur, bazen düşünüyorum da, üstelik sıklıkla düşünmem ben. Eksik olan neydi. Bu boktan dergideki son yazım olacak biliyorum, ama yine de yazmak istiyorum. Sen hiç beş saat önce işe gittin mi sevgili okur? Ben gittim. Beş saat önce işe gittim ve garson bir çay daha ister misiniz diye beni kovmasın diye 1 saatte içtiğim buz gibi olan çayla konuştun mu hiç, ben konuştum. Beş saat boyunca aralıksız sokaktan geçen insanların yüzünde onu aradın mı? Ben aradım. Aradım. Ama hiçbir zaman bulamadım sevgili okur.

Yeni insanlar tanıyorum, buna engel olmak imkansız. Yeni insanlar tanıyorum ama her yeni insan bana onunla konuşurken ne kadar keyif aldığımı hatırlatıyor. Acı çekiyorum. Konuşamıyorum. Geçenlerde iş yerinden bir kızla aynı masada oturma zulmünü yaşadım. Konuşamamanın, suskunluğun kitabını yazdım. O an oradan uzakta olmak için her şeyimi verebilirdim. Her yeni insan onu bana bağlıyor gibi geliyor.

Aslında pek tanımadığın birisini yıllardır tanıyor gibi hissettin mi sevgili okur? O hissi bilirsin, sanırım öyle oldu. Kısa sürede yaşanan bu duygu yoğunluğunu açıklayacak başka bir şey gelmiyor aklıma. Başka türlü de olamaz zaten. Hani biraz klişe olacak ama, tam da virajı dönerken senin sevdiğin şarkıyı mırıldanan insandan bahsediyorum. Hani şu olup olmadığını bilmediğin, yıllardır aradığın insandan. Beni konuşturma işte, sen biliyorsun kim olduğunu. Sahi sevgili okur, biliyorsun değil mi?

Onu çok kısa zamandır tanıyordum. Ama aslına bakarsan yıllardır tanıyor gibiydim. Haksız da çıkmadım. O küçücük anlar o kadar uzun süre gibi geldi geldi ki. Haklı olduğuma eminim. Bunun sebebi de bahsettiğim şey işte.

İşte bu yüzden hayatımın en güzel günüydü, aynı zamanda en kötüsü de. Onunla konuşurken o kadar çok şey anlatmak istiyordum ki, kelimeler birbirine giriyor gibiydi. Seven insan her zaman uydursa da, yine de olacakları biliyordum. O yüzden mağrur bir duruşum vardı. Yine de o anların tadını çıkarmaktan alıkoyamadım kendimi. Sadece konuşsa yeterdi, ben o ne anlatırsa dinlemeye razıydım. Kısa sürdü ama olsundu. Hayal kurmaktan alıkoyamıyorum kendimi. Acaba nasıl olurdu diye. İnsan her ne kadar buna hazırlıklıyım dese de sanırım kendini kandırmaktan öteye gidemiyor bu durum. Hiçbir zaman hazırlıklı olamayacağız. Bu sadece kendimizi avutmamız için söylediğimiz yalanlardan biri.

Geç kalmaktan yoruldum sevgili okur. Artık dayanamıyorum. İnsanları geç tanımaktan yoruldum. Ne kimseyi tanımak, ne de kimseyle konuşmak istiyorum. Biliyorum çünkü, gidecek. Kimseyi sevmemeliyim, çünkü o da gidecek. Geçecek diyorlar, geçecek olanlar nedir. Hayatımda duyduğum en saçma şey. Neden geçsin ki. Ben geçmesini istemiyorum ki. Bunca zamanlık duygu, geçecek. Sonra başkası olacak, sonra yine gelecek. Hayatımda duyduğum en saçma şey, bunu söylemiştim değil mi? Emin olmak istedim.

Onu görmek istiyorum, konuşmak istiyorum. Ama muhtemelen onu görünce elim ayağım birbirine dolanacak. Birisine hiç seni seviyorum dediniz mi sevgili okur? Ben diyemedim. Alacağım cevabı bildiğimden değil, söylemeye hakkım olmadığından. Bu da acıtıyor ya. Söylemek istediklerini söyleyememek. Belki daha acısı artık hayatında böyle birisinin olmamasını kabul etmek. Belki de ileride de olmayacağını. Sahi sevgili okur, insan hayatında kaç defa böyle birisiyle tanışır ki, gerçekten o kadar şanslı insanlar var mı aramızda?

Ne diyeceğimi, sözlerime nasıl son vereceğimi bilemiyorum. Sen sevgili okur, sen söyle. Veda etmek istediğime emin değilim. Ama başka bir ihtimal de göremiyorum. Böyle bir hayatı istemiyorum. Her şey yolundaymış gibi davranmaktan bıktım. Hiçbir şey yolunda değil, hiçbir şey düzgün gitmiyor. Sahte bir hayat yaşıyorum, tek yaptığım kendimi kandırmak. Başımı yastığa koymadığım sürece başarılı da oluyor gibiyim, ama yalnız kalınca, işte o zaman, kaçacak yer kalmayınca bozguna uğruyorum. Tekrar ayağa kalkmak ise asırlar gibi geliyor. Zaman kavramı yok artık. Bu bocalamanın içinde her gün giderek yok oluyorum. Her şeyin farklı olmasını dilerdim, ancak yapabileceğim hiçbir şey yok.

Evet sevgili okur, sen söyle, ne yapacağımı sen söyle.”

Plak artık çalmıyordu, mumlar sönmüştü. Üsküdar tepelerine vuran güneşin ilk ışınları sabahı müjdeliyordu. Artık taşmış olan küllükten az içilmiş bir sigara buldu. Yakıp derin nefes çekti. Sonuna geldiği sayfayı daktilodan çıkardı. Şöyle bir göz gezdirdi. Buruşturup çöp kutusuna fırlattı. Kağıt, yerdeki diğer buruşturulmuş kağıtların arasına katıldı. Kalktı, sandalyesini düzeltti. Salona doğru gitti. Salondaki masanın üzerinde duran sigara paketinden bir sigara alıp yaktı, bir tane de yolda içmek üzere cebine attı. Kapıyı ardından çekti ve gitti.