Bin dokuz yüz seksen altının kasım ayında doğdum. Dile kolay otuz yıldır Türkiye’de yaşıyorum. Hayatımın on sekiz senesi Trabzon’da geçti. Daha sonra üniversite okuyup büyük adam olmak için Ankara’nın yolunu tuttum. Yedi senem de orada geçti. Sonra bok vardı, okulumu bitirmeme ramak kala kalktım İstanbul’a geldim. Burada geçen kayıp yıllarda dördüncü seneyi devirmek üzereyim.

Yirmili yaşlarımı geçirdiğim Ankara’nın ayrı bir yeri var hayatımda. Beni ben yapan ne varsa bu şehirde oldu. Aramızda tuhaf bir ilişki var, ne çok seviyorum, ne de nefret ediyorum. Ama özlediğim muhakkak. Neyi özlediğimi ise bilmiyorum. Ankara için çok sevdiğim bir tanımlama var. Ankaradır burası, çok şey vaat etmez ama vaat ettiğini de verir. Çok da hayale izin vermez derdi o. Yıllar sonra haklı olduğunu anladım. Hatta fiktif kitabımın adıdır bu; Ankara çok hayale izin vermez…

Ama yine de sadeliktir Ankara. Dostlardır, muhabbettir. Tunus’tur. Selamlaşmadır, nezakettir yeri gelir. Bilemiyorum. Ya da İstanbul’da her ne yoksa, o Ankara’da vardır mutlaka. Özellikle İstanbul’a ilk geldiğim zamanlar çok aradım Ankara’yı. Bilemedim. Bir şeyler eksikti burada. Belki de aradığım yüzlerdi ama ben kendimi kandırdım. Özlediğim okulum, arkadaşlarımdı. Burada aylarım apartmanımdaki kişilere verdiğim selamlamlara karşılık aldığım iki göt lobuyla geçti.

Gerçekten ilginç bir durum. Üniversite yıllarımda fırsatını bulsam da kaçsam diye fırsat kolladığım şehirdeyim ama işler hiç de görüldüğü gibi değildi. İlk anladığım şey burada insanların acelesi olduğuydu. Dolayısıyla pek azının gerçekten selamlaşmaya ayıracak vakti vardı. Siz onlar için çoğunlukla vakit kaybıydınız. Günaydın, iyi günler, kolay gelsin, iyi çalışmalar. Ve cevapsız kalan nicesi. Herkes bir yerlere geç kalmıştı dolayısıyla acele etmeleri gerekirdi. Önceleri Şişli gibi merkez bir yerde yaşadığım için böyle olduğunu düşündüm. Takım elbiseli abiler, ağır makyaj altında koşuşturan kadınların size çarptığında dönüp özür dileyecek vakitleri yoktu. Ancak sonraları anladım ki pek de öyle değilmiş.

Doğum günlerini sevdiğimi söyleyemem. Nedense bana çağrıştırdıkları farklı şeyler var. Bu yılda pek keyifli geçtiği söylenemez. Yine de dünya üzerindeki otuzuncu yılı geride bırakınca insan bir tuhaf oluyor. Murat Erşahin’in sevdiğim bir öyküsü var. Doğum günümde kendimi o öykünün içinde buldum. Her zamanki yürüyüş rotamdayım. Rexx’in önünde durdum, Pasifik Pastanesi’nin değişen brandasına baktım. Sonra devam ettim.

Yirmili yaşlarımda kurduğum hayallerin hangisini gerçekleştirdim bilmiyorum. Sanırım hiçbirini. O zamanlar hayal kurmak çok kolay ve eğlenceli geliyordu. Ama yıllar geçtikçe işler değişti. Aslında keyifli bir doğum günü yazısı yazmayı istemiştim. Ama malum Türkiye’de yaşıyoruz, burada insan ne hayal kurabiliyor, ne de olaysız bir gün geçiyor. Adana’da yaşanan yangın olayı da hepsinin üzerine çok ağır geldi. Sustum, konuşamadım, onca can, aile. Hepsi bir gecede yok oldu.

Bazen bu ülkede yaşamak için enerjimin kalmadığını hissediyorum. Onca hayat, alınabilecek çok kolay önlemler alınmadığı için hayatlarını hiç haketmedikleri şekilde kaybetti. Sahi bizim sıramız ne zaman gelecek? Bu ülkede neden insan hayatı bu kadar değersiz. Neden hiçbir şeyden ders almıyoruz? Soma’da yitirilen 301 emekçiden sonra madenlerde hangi önlemler alındı? Ben söyleyeyim, hiçbir şey olmadı ve yaşamaya devam ettik. Unuttuk. Taa ki başka bir maden kazasına kadar. Şimdi yitirilen canlar bazı şeylerin değişmesi için devrim niteliğinde değişikliklere yol açacak mı? Tabii ki hayır. Bazı yurtlar göstermelik olarak kapatılacak ve bunu da unutacağız.

Neleri unutmadık ki. Bazen düşünüyorum. Acaba daha kötüsü olabilir mi? Son yıllarda utanç verici o kadar olay yaşadık ki, herhalde daha kötüsü olmaz, en kötüsü bu, artık işler iyileşmeye başlayacak diyorum ama bu ülke her zaman daha kötüsünü yapmaya başarıyor. Daha kötüsü her zaman oluyor. Çocuk istismarında dünya lideriyiz. İlkokul çağındaki çocuklara tecavüz ediliyor, kitlesel bir şekilde, akıl almaz olaylar oluyor ama hep daha kötüsünü görüyoruz. Öğretmenler bizlerin canlarıydı. O masum çocuklara hayatı zindan ettiler. Nasıl bu kadar aşağılık bir ülke olduk anlamıyorum.

Çocuk istismarı, hırsızlık, taciz, kadına şiddet. Her şeyde dünya lideriyiz. Tutturmuşuz bir misafirperverlik yalanı gidiyoruz. Misafirperverlikten anladığımız turistlere tecavüz edip ormanlığa atmak ve hiçbir şey olmamış gibi hayatımıza devam etmek. Bazı zamanlar ülkece akıl tutulması yaşıyoruz gibi geliyor. İnsanlar cansız mankenleri geçiyorum, hayvanlara tecavüz ediyor. Daha ne kadar batabiliriz. Çıkarılmaya çalışılan tecavüz yasasından bahsetmiyorum bile.

Birbirimize selam vermeye bile vaktimiz yok ama bizden büyük misafirperver yok değil mi? O laf ettiğimiz ecnebi memleketlere gidince insan sosyal hayatın insan ruhuna ne kadar iyi geldiğini farkediyor. İnsanların nezaketi, kibarlığı. En son günaydın dediğim biri ne zaman karşılık verdi, bilemiyorum. Elin Almanya’sından, ABD’sine, zartuna zurtuna kadar, insanlar halinizi, hatrınızı sormaktan yoruluyorlar ya. Biz de burada yaşamaktan yoruluyoruz. Tabii insanların bu denli mutsuz olmasının pek çok sebebi var Türkiye’de, bunların sebeplerini yazmaya günler yetmez ama bizim hiç mi suçumuz yok?

Ne dostluklarımız dostluk, ne sevmelerimiz. İnsanlar çıkarları uğruna ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Akıl almaz bir uyuşukluk var. Delilik derecesinde sosyal medya bağımlısı haline geldik, arkadaşlarımıza ayıracak vakitlerimiz kalmadı. Yarattığımız sanal gerçeklik içinde giderek yok oluyoruz.

Gerçekten İstanbul’a gelirken neler düşünüyordum, artık hatırlamıyorum bile. İşlerin çok farklı olacağını ummuştum herhalde. Ama hayatın her zaman kendi bir planı var. Bunun dışına çıktığı da pek az oluyor. Yaşama enerjimin giderek düştüğünü hissediyorum. Bir de işlerin yolunda gitmemesi meselesi var. Aslında ümitli olduğum noktalarda vardı. Mesela hayatımın en cesur anlarını bu sene içinde, hatta birkaç ayında geçirdim diyebilirim. Ama sonucu pek farklı olmadı. Boşluk ve hissizlik.

Her şey yolundaymış gibi bu sabah çok sevdiğim sanatçılardan Erdal Tosun’un talihsiz bir trafik kazasında hayatını kaybettiğini öğrendim. Eh be. Herkesin abisi gibi sevdiği, mahalleden arkadaşı gibiydi Erdal Tosun. Kurallara uymayan bir kişi yüzünden hayatını kaybetti. Sahi neden trafik kurallarına uymuyoruz ki? Neden trafik kurallarına uyanlara enayi gözüyle bakıyoruz. Bir ülkede hiçbir şey mi kuralına uygun yapılmaz arkadaş. İnsanlar trafikte kontrolden çıkıyor. Birbirinin üzerine araba süren, yayalara saygı göstermeyen, neresinden tutacağımı bilmiyorum. Bu şehirde sabah altıda neden trafik oluyor. Neden insanlar birbirine bu kadar tahammülsüz. Ah Erdal Abi ah. Ne erken bir veda ediş oldu bu. Mekanın cennet olsun.

Bu ülkede otuz yıl yaşamak inanılmaz yorucuydu. Bir otuz yıl daha yaşamak istiyor muyum, bilmiyorum.

Hayallerimize sarılmaktan başka yapacak bir şey de göremiyorum. Bu ülke bizim, elimizden gelenin iyisiyle bunları değiştirmek için çalışmalıyız diyeceğim ama ne enerjimiz, ne isteğimiz, korkarım ne de umudumuz var. Bu boş vermişlik daha ne kadar devam edecek, bilemiyorum.

Ama her şeye rağmen Erdal Abi’ye kulak verelim. N’olmuş yani büyük adam olamadıksa, hayallerimizi satmadık ya!

Sevgiyle kalın.