Yüzüne bakmaya cesaret edebilseydim arayıp dururdum belki. Ama sadece elleri. Siyah bir jean ve siyah bir ceket içinde. Sadece turkuaz renkli ojeleri… Yanımdaymış meğer, ben ise farkında bile değilim. Akşam olsun diye evden çıkılan bir gün işte, diğerleri gibi sıkıcı, boş. Camus’un Düşüş’ünü tutuyordu elinde, sayfaları çevirip göz atmaya başladı. Ben de o zaman gördüm zarif elini, ince parmaklarını ve turkuaz rengini… Bir sayfada durdu, bir süre okudu.

Onu bıraktı. Sonra Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ne gitti elleri. Şöyle bir açıp göz gezdirdi. Sonra bir sayfaya takıldı, okumaya başladı. Benim gözlerim de aynı sayfada kaldı. 1-2 dakika beraber okuduk, ben kendimi kandırıp başka bir yere bakmaya çalıştım ama olmadı… Bir şarkı çalıyordu. Sözlerini anımsayınca güldüm, dilimin ucuna geldi, ne diyor biliyor musunuz diyecektim neredeyse… Demedim. Sustum. Geçti. Çalan Nina’nın Per Sempre’siydi halbuki.

Onu da bıraktı, ben de yan tarafa gittim gözüme kestirdiğim bir kitabı almak için. Aldım, döndüğümde göremedim ellerin sahibini. Gitmişti. Belki geçerken uğramıştı ya da birini bekliyordu. Kim bilir. Sadece birkaç sayfalık bir andı bu, belki de gerçek olmayan bir an.

Sonuçta bu bir hayaldi, küçük bir hayal ve hayatta hayallere yer yoktu.

Hiçbir zaman.

Geriye kalan birkaç mutlu an, bir şarkı, unutulamayacak kitaplar ve onlara dokunan turkuaz ojeli eller…